Blog Arşivi
-
▼
2013
(71)
-
▼
Aralık
(62)
- Âşığa Bağdat Irak Değildir
- Asil Ruh
- Asi Kadınla Sert Gagalı Kuş
- Asalet & Terbiye
- Arslanın da Şerefi Var
- Arslanın Rızkı
- Anzaklı Ömer'în Hikayesi
- Annenin İhtiyacı Var
- Anasının Dilini Koparan Evlat
- Ana Hakkı
- Süleyman A'meş ve karısı
- Altıyüz Dirhemlik İp
- Altın Kesesi
- Boş Dönmemiş Olursun
- Allah'ım Halkıma Din Ver!..
- Her Gördüğünü Hızır, Her Geceyi Kadir Bil
- Başka Dua Bilmez misin
- Allahü Teâlâyı Bilirmisin?
- Allah’tan Utanmaya Senden Daha Layığım!
- Allah'tan Kork, Mührümü Bozma !
- Allah'ın Rahmeti ve Amelin Karşılığı
- Allah'ın Emaneti
- Allah'ı bilmeye yüz delil
- Allah'ın Beratı
- Allah Rızası İçin
- Allah Rızası
- Allah Ne Derse Öyle Olur
- Allah Nasıl Misafir Edilir?
- Allah Mazlumları Zorbalardan Korur
- Allah Kulunu Nasıl Zikreder
- Allah Kulundan Ne Zaman Razı olur?
- Alim ile Zalim
- Ali Onbaşı
- Alay Etmenin Cezası
- Alabilirsen Al
- Ahsen-ül Kasas
- Ahitname
- Ahde Vefa
- Ağızdaki Taşın Hikmeti
- Adalet ve Tevazu
- Adalet
- Adak
- Abid Kadınla Recep Ayı
- Abdestsiz Süt Vermedim
- Abdestsiz Nöbet Tutmam
- KARBONAT MUCİZESİ
- Ben Onu Çok Sevdim 9.Bölüm
- Ben Onu Çok Sevdim 8.Bölüm
- PRATİK BİLGİLER
- KADER SAYISI NEDIR
- SAĞLIK BİLGİLERİ
- KORUNMA VE RAHATLAMA TEKNİKLERİ
- SATANİST PROPAGANDA CÜMLELERİ
- TELKİNLER,
- ÇOK FAYDALI DUALAR
- DUANIN FAZİLETİ VE VAKTİ
- SALAVAT-I ŞERİFE GETİRMENİN FAZİLETİ HAKKINDA HADİ...
- HİKAYELER ÖĞÜT UNUTMA ÇOCUĞUM
- HİKAYELER VERMEYİNCE MABUT NEYLESİN MAHMUT
- HİKAYELER YA GÜNEŞ YÜZYILDA BİR DOĞSAYDI
- HİKAYELER ADAM OLMAK SADECE İNSANLARA ÖZGÜ DEĞİL
- HIKAYELER 5 ÖNEMLİ DERS
-
▼
Aralık
(62)
31 Aralık 2013 Salı
Âşığa Bağdat Irak Değildir
Âşığa Bağdat Irak Değildir
Mağripli birisi Yahyâ Efendinin ismini duyup, görmeden ona âşık oldu.
Yahyâ Efendinin nerede olduğunu bilmiyordu.
Mısır, Şam, Halep ve başka birçok yer gezip Yahyâ Efendiyi aradı.
Netîcede İstanbul’a geldi.
Gördüklerine dâimâ; “Yahyâ nerede.
Ey insanlar Yahyâ’yı biliyor musunuz?” derdi.
Birisi onun hâlini anlayıp aradığı kişinin Beşiktaş’ta olduğunu haber verdi.
Mağripli yürüyerek Beşiktaş’a geldi.
Sorarak Yahyâ Efendinin dergâhını buldu.
Kapıyı çalıp,
Yahyâ Efendi hazretlerini sordu.
Dergâhtakiler Yahyâ Efendinin Kavak’taki bahçesine gittiğini söylediler.
Âşık Mağripli;
“Âşığa Bağdât ırak değildir.” diyerek Kavak’taki bahçeye geldi.
Bahçe çok güzel olup ortasında bir havuz vardı.
Yahyâ Efendi havuzun yanında oturmuştu.
Hizmetçiler bahçeyi suluyorlardı.
Mağripli doğruca Yahyâ Efendinin yanına yaklaşıp, selâm verdi ve elini öptü.
Sonra da; “Efendim ne olur beni talebeliğe kabûl edin.
Nice yıllar diyar diyar gezip sizi ararım." dedi.
Yahyâ Efendi ona;"Acabâ maksadın nedir? Bu kadar zahmete sebep ne oldu.
Bize anlat, biz de sana yardım edelim, gamını giderelim." buyurdu.
Mağripli, Yahyâ Efendinin ayaklarını öpmek istedi ve;
"Efendim ne olur kimyâ ilmini bana öğretin.” dedi.
Bu sözü üzerine Yahyâ Efendi;
“Sen yanlış haber almışsın.
Biz o senin dediğin şeyi bilmeyiz.” buyurdu.
Mağripli yine;
“Efendim! Derdimin dermânı sendedir.
Ben arzuma kavuşmadan buradan gitmem.” dedi ve sözlerinde ısrar etti.
Meğer ki Mağripli, Yahyâ Efendiyi imtihan etmek istermiş.
Onun maksadını anlayan Yahyâ Efendi, Mağriplinin ayak ucunda bir siyah taş gördü ve;
“Ey kişi! Şu kara taşı bana al da veriver.” buyurdu.
Mağripli eğilip yerdeki kara taşı aldı ve Yahyâ Efendinin eline verdi.
Yahyâ Efendi o taşa dikkatle baktı.
O sırada taş altın kesildi.
Sonra havuzun içine atıverdi ve;
“Allahü teâlânın sevgili kulları taşa nazar etseler, o hâlis altın oluverir.” buyurdu.
Bunu gören Mağripli;
“Elhamdülillah. Cenâb-ı Hak beni maksâdıma kavuşturdu.
Maksadım hâsıl oldu.
Efendim beni kabûl edin.
Hizmetinizle şereflenmek istiyorum. Canım başım yolunuza fedâdır.” dedi ve ellerine sarıldı.
Yahyâ Efendi de onu talebeliğe kabûl etti. Bir bahçenin bakım işlerini ona verdi.
Asil Ruh
Asil Ruh
1854 senesi kış aylarında Silistre kalesini muhasara eden Ruslar, bir avuç Osmanlı askeri karşısında zor durumlara düşmüşlerdi.
Ağır kış şartlarında erzakları tükenmiş, çoğu açlık ve soğuktan kırılıyordu.
Zabitlerine:
-Açız!... ekmek, ekmek... diye bağırdıklarında,
zabitler:
-İşte kale... zaptedin, orada karnınızı doyurun... diye cevap veriyorlardı.
Nihayet aç kalan Rus askerleri Osmanlı siperlerine yanaşarak:
-Ekmek... diye cılız ve sararmış ellerini uzatıyorlardı.
Osmanlı askeri de asil ruhlarını isbat etmek için süngülerinin ucuna ekmek takıp Rus siperlerine uzatıyorlar ve kanlarına susamış olan Rusların aç karınlarını doyuruyorlardı.
Bu iyiliklerine Rusların verdiği cevap ise şu oldu: şehri zaptedemiyeceklerini anlayınca yağlı paçavraları ateşe verip, şehre fırlatarak yangınlar çıkardılar.
Bu yangınlar bir felaket halini aldı.
Tam bu sırada gelen bir derviş:
-Ey Müslümanlar korkmayın!...
Moskof Kadir gecesi kaçacak, Müslümanlar muzaffer olacaktır, diyerek askerin maneviyatını arttırdı.
Hakikaten ertesi gün Kadir gecesiydi ve Ruslar bütün ağırlıklarını alarak,
Silistre muhasarasını bir müddet için bırakıp, mağlup bir vaziyette gittiler.
Silistre müdafileri de kale burçlarından ezanlar okuyarak zafer şenlikleri yaptılar.
Asi Kadınla Sert Gagalı Kuş
Asi Kadınla Sert Gagalı Kuş
Kadının birinin tek bir oğlu vardı.
Günün birinde genç delikanlı ağır bir hastalığa yakalanır.
İki gözü iki çeşme, oğlunun yastığı başında ağlayarak uykusuz geceleri ağaran tanyerine bağlarken oğluna şifa vermesi için Allah'ına durmadan dua ediyordu.
Bir gün oğlu iyileştiği takdirde canlı olarak yedi günlüğüne mezara girmeyi Allah'a adadı.
Günlerden bir gün kadının neredeyse ümidini tamamen keseceği bir sırada genç delikanlı iyileşiverdi.
Kadın hudutsuz sevinçler içinde Allah'a şükürler ediyorsa da tatbiki oldukça zor ve hatta tehlikeli adağını yerine getirmeye yanaşmıyordu.
Bir gece rüyasına giren meçhul bir ses kadına sert ve ciddî bir ifade ile "oğlun iyileşti.
Şimdi adağını yerine getirmen lâzım.
Yoksa Allah'ın musibetleri bitmez. Başına daha ağır bir belâ gelecektir" diye seslenir.
Kadın, Allah'a verdiği sözden kaçmayacağını anlayınca biricik oğlunu yanına çağırarak durumu açıkça anlatır ve oğluna şöyle der;
"şimdi hemen git bana mezar biçiminde bir kuyu kaz.
Ağır hasta olduğun günlerde Allah'a verdiğim sözü yerine getirerek yedi günlüğüne kuyuya gireceğim.
Eğer yaşayacak günlerim varsa, yedi günün sonunda sağ salim çıkarım da tekrar burada yaşarız Eğer günlerim dolmuş do gireceğim kuyudan çakamazsam tam adak borcumu ödemiş olarak ödemiş olarak mezara gireceğim.
Oğlu mezar biçimindeki kuyuyu hazırladı ve kadında canlı olarak adak borcunu ödemek üzere içine girdi.
Kuyuya girer girmez Cenâb-ı Hakk'ın yardımıyla etraftan bir deliğin açıldığını gördü.
"Ulu Allah'ım! Bütün beşerî gücümü ve imân kuvvetimi yoluna koyarak yaşama arzumu tepiyor ve sana vermiş olduğum sözü yerine getirmeye geliyorum. Allah'ım, beni karanlık ve dar kuyunun cana kasteden her türlü kazasından sen koru." Duası biter bitmez gördüğü delikten karanlık mezara ışıklar süzülüyordu.
Az sonra daha da genişleyip orta büyüklükte bir pencere halini alan mezar deliğinden ötelere bakınca renkli, ışıklı ve yeşillikler içinde yüzen, akarsulu bir bahçe gördü.
İki kadın bahçe içinden ilerleyerek ona doğru geliyorlardı.
Kadınlar epeyce yaklaştıktan sonra ona seslendiler: "ey dünyalı kadın! Aziz misafirimiz! içine kapandığın kuyudan çık da bizim yanımıza,
şu sevimli bahçeye gel."
Kadın sevinç içinde mezardan çıkarak içinde akarsuların çağıldadığı,
tatlı sesli kuşların ötüştüğü bahçeye girdi. Üç kadın birlikte yeşillikler içinde bir müddet beklediler ve bahçenin ortasında geniş bir havuzun yanıbaşında oturdular.
Birlikte oturunca dünyalı kadın meraklı bakışlarla yanındaki kadını süzdü.
Kadınlardan birinin başına renkli bir kuş konmuş, kanatları ile yelpazeliyordu.
Öbür kadının başına da bir kuş konmuş, fakat sert ve uzun gagası ile kadının saçını başını durmadan yoluyordu.
Önce kuşun kanatları ile yelpazelediği kadına dönerek sordu; "bu yüksek dereceye hangi iyiliğin sayesinde ulaştın?"
Kadın bu soruya şöyle cevap verdi; "dünyada iken sevgili bir kocam vardı,
onun her sözünü tutardım; o itaatim sayesinde bu dereceye ulaştım."
Dünyalı kadın, birinci kadından cevap aldıktan sonra bu sefer öbür kadına dönerek sordu; "Peki, sen ne kötülük ettin de bu iri gagalı kuş durmadan başını oyuyor?" Kadın içini çekerek konuşmaya başladı;
"İyi huylu ve temiz bir kadındım. Dünyada elimden geldiği kadar Allah'a karşı olan vazifelerimi yerine getirdim Çok kimselere iyilik ettim.
Herkes benden memnundu. Bazen emirlerinden dışarıya çıkıyordum. Şimdi halimi görüyorsun.
Aslında iyi bir insan olduğum için Ulu Allah (c.c.) bana bu yeşil bahçelik yerde kalma müsaadesini verdi.
Fakat kocamı memnun edemeden öldüğüm için de başımı durmadan oyan bu kuşun işkencesine mahkûmum.
Ne olur, sana yalvarıyorum.
Sen tekrar dünyaya döneceksin.
Sana kocamın adını ve oturduğu yeri söyleyeyim.
Kocamla görüş; ona durumumu anlat ve namıma ondan rica et de hakkını helâl etsin.
Ben de bu işkenceden kurtulayım."
Dünyalık yedi gün dolunca kadınlar misafirini götürüp kuyusuna koydular.
Zaten tam o sırada mezarın başından kazma sesleri geliyordu.
Kadını oğlu yedi gün önce canlı olarak mezara gömdüğü annesini kurtarmaya koşmuştu.
Oğlu sıhhate kavuştuğu takdirde Allah'a adadığı borcunu selâmetle yerine getiren kadın,
kuyudan çıkarak evine varınca uzak-yakın çevrede oturan herkes ziyaretine geldi.
Bu ziyaretçiler arasında öbür dünyada sert gagalı kuşun başını oyduğu kadının kocası da vardı.
Kadın, eşinin öbür dünyadaki çektiği işkenceyi adama anlattı ve yaptığı ricalar üzerine adam hakkını ölü eşine helâl etti.
Kadın o gece rüyasında işkence çeken kadını gördü;
kocasının hakkını helâl etmesi üzerine azabı son bulmuştu ve dünyalı kadına arabuluculuk ettiğinden ötürü teşekkür ediyor;
durmadan dualar ediyordu.
Allah (c.c.) bütün müslüman kadınlarını namus ve iffet yolundan ayrılmayarak,
Allah'ın emrettiği gibi kocalarına itaat eden kimselerden eylesin, âmin!
Asalet & Terbiye
Asalet Terbiye
Firavun'un kahinleri, saltanatı yıkacak çocuğun dünyaya geldiğini kendisine haber verdiler.
Firavun ölmemek için öldürmek sevdasına kapıldı.
O sene dünyaya gelen erkek çocuklarını, kılıçtan geçirtmeye başladı. Cellatlar; sokak sokak, ev ev dehşet ve ölüm saçıyorlardı.
Kadının biri, doğum sancıları başlayınca, mağaraya vardı ve çocuğunu orada dünyaya getirdi.
Çocuğunun, gözünün önünde öldürülmesinden korktuğu için orada bırakarak evine döndü.
Mukadderatı ile başbaşa kalan çocuğu, Cenab-ı Hakk'ın emriyle, Hz.Cebrail besleyip büyüttü.
İlk fırsatta mağaraya koşan kadın, çocuğunu hayatta bulunca sevindi,
onu emzirip doyurdu ve tekrar evine döndü. Günler böylece geçerek küçük büyüdü ve sonunda
Hz.Musa'nın kavmini, altından buzağıya taptıran kimse bu çocuk oldu.
Adı Musa.
Samira kabilesine mensup bulunduğu için, kendisine Samiri lakabı verilmiştir. Asalet olmayınca, Cebrail aleyhiselamın verdiği;
gıdaya ihanet etti.
Diğer bir Musa da Allah'ın Kelimi, Peygamberi ve Firavun'un helakinin zahir planda sebebi oldu.
Cenab-ı Hakk, onu Firavun'un sarayında ve kucağında büyüttürdü.
Hz.Musa'nın annesi, kalbine gelen bir ilhamla oğlunu bir sandık içine koyarak Nil'in akıntısına bıraktı.
Nil'in kıyısında yapılmış sarayının balkonunda, karısı Asiye ile birlikte oturmakta bulunan Firavun, nehirden gelmekte olan sandığı yakalatıp açtırdı.
Derhal, içinden çıkan küçük Hz. Musa'yı öldürtmek için emir verdiyse de Asiye buna mani olarak:
- Benim için de, senin için de bir göz bebeği! Onu öldürmeyin. Olur ki, bize faidesi dokunur, yahut onu evlat ediniriz, dedi.
Netice itibariyle Firavun'un büyüttüğü Musa; Peygamber oldu ve Firavun'un saltanatını yıktı.
Bir Arab şairi, aslet olmayınca terbiyenin fayda vermeyeceğini dile getiriken:
Fe Musa'llezi rabbahü Cibrilü kafirün
Ve Musa'llezi rabbahü Fir'avnü mürselü
demiştir. Yani": (Asalet olmadığı için) Cebrail'in büyüttüğü Musa kafir oldu ve (asil bir soya sahip olduğu için) Firavun'un beslediği Musa ise Peygamberdir"
Arslanın da Şerefi Var
Arslanın da Şerefi Var
Abdülazîz Debbağ hazretleri'nin bir grup talebesi bir yere gitmek için yola çıktılar.
Yanlarında eşkıyâ saldırısına karşı koyacak hiç bir şey yoktu.
Geceyi tenha ve korkunç bir yerde geçirdiklerinden, içlerinden iki kişi uyumadı.
Bunlar yakınlarında bir arslanın dolaştığını fark ettiler.
Biri diğerine;
-Kimseyi uyandırma sonra paniğe kapılabilirler, dedi.
Sabah olunca yakınlarında ölü bir tavşana rastladılar ve yollarına devam ettiler.
İşlerini görüp geri dönerken konakladıkları yerde,
bir kişi uyumayıp arkadaşlarını bekledi.
Hocaları Abdülazîz Debbağ'ın huzuruna geldiklerinde uyumayan talebe;
-Efendim! Müsâde ederseniz biraz uyumak istiyorum. Çünkü dün gece hiç uyumadım,dedi.
Abdülazîz Debbağ;
-Niçin uyumadın? diye sorunca;
-Arkadaşlarımı korumak için,diye cevap verdi.
Bunun üzerine;
-Senin gece uyumayıp arkadaşlarını beklemen bir fayda sağlamaz.
Siz giderken falan gece yol kesiciler sizin yanınıza geldiğinde arslanı ve sizi koruyanı hatırlıyor musun? dedi.
Talebe;
-O gece ne oldu?diye sual edince:
-O gece falan yere vardığınızda üç kişi gelip size katıldı.
Daha sonra sizden ayrılınca oradan gelip geçeni gözleyen dört kişi ile buluştular.
Ve sizin konakladığınız yeri onlara haber verdiler.
Siz uyuduktan sonra sizi soymak için yaklaştıkları sırada etrafınızda bir arslanın dolaştığını görünce çok şaşırdılar.
Kendi kendilerine;
"Arslanı öldürürsek bunlar uyanır,
soygun yapmaya kalkışırsak arslan engel olur."
dedikten sonra bir çıkar yol bulamayarak başka bir kervanı soymaya gittiler.
Orada da bir şey bulamayınca tekrar sizin yanınıza geldiler.
Arslan önlerine tekrar çıkınca, aralarında şöyle konuştular:
"Bunlar nasıl insanlardır ki hangi yönden yaklaşmaya çalıştıysak orada bir arslan çıktı."
Bunun iç yüzünü öğrenmek istedilerse de Allahü teâlâ onların kalblerini mühürledi, dedi.
Talebe;
-Yolda rastladığım ölü tavşan neydi? diye sorunca,
Abdülazîz Debbağ;
-Arslanın bir onuru vardır.
Bir insanın yüzüne sinek konsa nasıl eliyle kovalarsa, arslan da sizi korurken, bir tavşan gelip önünde durdu.
Sen ise onu görmedin. Arslan bir pençe vurarak öldürdü, buyurdu
Arslanın Rızkı
>Arslanın Rızkı
Ebû Muhammed Şenbekî bir defâsında Ebû Bekr el-Betâihî'nin yanına gitmişti. Huzûrunda büyük bir arslan vardı. Arslan, Ebû Bekr el-Betâihî'nin huzûrunda ağzını yüzünü toprağa sürüyordu.
Ebû Bekr el-Betâihî ise, bâzı suâllere cevap veriyormuş gibi arslana bir şeyler söylüyordu.
Biraz sonra arslan oradan ayrılıp gitti.
Ebû Muhammed Şenbekî, Ebû Bekr el-Betâihî'ye yaklaşıp;
"Size hayvanlarla konuşup onlara faydalı olmak gibi nîmetleri ihsân eden Allahü teâlâ için bana söyler misiniz?
O arslan size ne dedi? Siz ona ne söylediniz?" dedi.
Buyurdu ki:
"Yâ Şenbekî! Arslan bana dedi ki, üç gündür ağzıma yiyecek bir şey almadım.
Açlık beni çok rahatsız etti.
Seher vakti Allahü teâlâya yalvardım.
Bana, senin rızkın, Hemâmiyye köyündeki bir inektir.
Onu parçalayıp yiyeceksin.
Onu avlarken sana da bir zarar isâbet edecek, denildi.
Ben ise şimdi, bana geleceği bildirilen o zarardan korkuyorum.
Ne yapayım? Ben de arslanın anlattıklarını dinledikten sonra ona,
sana isâbet edecek zarar, sağ tarafında hafif bir yaradır.
O yara sebebiyle bir hafta elem çekersin.
Sonra yara iyi olur, dedim.
Çünkü o köydeki bir ineğin bu arslanın rızkı olduğunu,
o ineği avlarken o köyden on bir kişinin çıkıp buna hücûm edeceklerini,
adamlardan üçünün çarpışma sırasında ağır olarak yaralanacağını,
arslanın da sağ tarafından bir yara alacağını,
yaralılardan birinin öleceğini,
bir saat sonra ikincisinin ve yedi saat sonra üçüncüsünün öleceğini,
arslanın da bir hafta sonra yarasının iyi olacağını Levh-i mahfûzda görmüştüm." diye anlattı.
Ebû Muhammed Şenbekî, bu anlattıklarını hayretle dinledikten sonra,
hâdiseyi tâkib etmek üzere Hemâmiyye köyüne doğru yola çıktı.
Oraya vardığında arslanın ondan önce köye vardığını gördü.
Durum aynen Ebû Bekr el-Betâihî'nin bildirdiği gibi olmuştu.
Bir hafta sonra Ebû Bekr el-Betâihî'nin yanına tekrar geldi.
Baktı ki yine o arslan,
Ebû Bekr el-Betâihî'nin huzûrunda duruyordu ve yarası da iyileşmişti.
Anzaklı Ömer'în Hikayesi
|
Annenin İhtiyacı Var
>Annenin İhtiyacı Var
Ebû'l-Haseni'l-Harkânî (k.s) hazretleri şöyle anlatır:
İki kardeş vardı. Bu iki kardeşin hizmete muhtaç bir anneleri vardı.
Her gece kardeşlerden biri annenin hizmeti ile meşgul olur, diğeri Allah Teâlâ'ya ibâdet ederdi.
Bir akşam, Allah Teâlâ'ya ibâdet kardeş, yaptığı ibâdetten, duyduğu hazdan dolayı kardeşine:
- Bu gece de anneme sen hizmet et, ben ibâdet edeyim, dedi.
- Kardeşi kabul etti. İbâdet ederken secdede uyuya kaldı ve o anda bir rüya gördü.
Rüyasında bir ses ona:
- Kardeşini affettik, seni de onun hatırı için bağışladık, deyince genç:
- Ben Allah Teâlâ'ya ibâdet ediyorum. Kardeşim ise anneme hizmet ediyor.
Fakat beni onun yaptığı amel yüzünden bağışlıyorsunuz, dedi
Ses ona:
- Evet, senin yaptığın ibâdetlere bizim hiç ihtiyacımız yok.
Fakat, kardeşinin annene yaptığı hizmetlere annenin ihtiyacı vardı, karşılığını verdi.
Anasının Dilini Koparan Evlat
>Anasının Dilini Koparan Evlat
Vaktiyle evladını terbiye edemeyen bir ana, cezasını dilini kaybetmekle çeker.
Hikaye şöyledir.
Üç beş yaşına gelen bir çocuk komşunun yumurtasını çalıp annesine getirir.
Haram, helal bilmeyen cahil ana, yumurtayı çocuğun elinden alır ve çocuğuna bir aferin çeker ve:
-Benim akıllı oğlum, aferin diyerek çocuğunun başını okşar.
Çocuk, artık hergün veya gün aşırı komşuların yumurtalarını eve getirmeye başlar.
Bir gün böyle, iki gün böyle derken seneler geçer.
Çocuk yaşına göre hırsızlığı da ilerletir.
Yumurtadan tavuğa, tavuktan horoza, horozdan koyuna, koyundan kuzuya derken bir haramzâde olur çıkar.
Eski zamanın çocuğu şimdi çevresinin bir numaralı ve azılı eşkıyalarından olur.
Artık bu eşkıyayı kimse durduramaz bir hale gelir.
Hırsızlıklar, eşkıyalıklar derken bir gün büyük bir cinayet işler.
Kanun bunun yakasına yapışıp idama mahkum eder.
Oğlunun idam haberini dinleyen ana, mahkeme salonunda feryadı basar.
Saçını, başını yolar.
Aman hakim bey, biricik oğlumu bağışla, benim hayatta ondan başka kimsem yok diye yalvarır.
İdam mahkumu eşkıya evlada sorarlar,
son bir arzun var mı? Eskiden beri idam mahkumlarının son arzularını yerine getirmek adet olduğu için bunun da son arzusu sorulur.
İdam mahkumu genç:
-Bir tek dileğim var.
Sevgili anacığımın o mübarek dilini öpmek isterim,
izniniz olursa bu arzumu yerine gelsin diye rica eder.
Mahkumun isteği yerine getirilmek üzere annesi getirilir:
Benim sevgili oğlum, dilimi son bir defa öp bakayım diyerek dilini uzatır.
Eşkıya evlad, anasının dilini iki dişlerinin arasına alır.
Öyle bir ısırır ki, dişler dili makas gibi keser, dil pat diye yere düşer.
Orada bulunanlar, vah, vah, vah! Ne olacak eşkıya evlat!
Bunca cinayetler yetmiyormuş gibi bir de anasının dilini kopardı derler
İdam mahkumu genç:
-Ey burada toplanan insanlar! Bilmeden boş yere konuşmayınız.
Benim burada idama mahkum oluşum o kopasıca dildendir, koptu ya! der.
Herkes hayretle sonunu dinler. Genç mahkum devam eder:
-Ben, çocukluğumda komşumun yumurtasını çalıp getirdiğimde anam bana aferin çekti, yumurtayı alıp başımı okşadı.
Eğer, o zaman beni terbiye edip men etseydi, bugün bu ölüm cezası bana gelmeyecekti, der.
Ana Hakkı
Ana Hakkı
Hazreti Peygamberimiz (s.a.s.) eshabıyla oturmuş sohbet ediyordu. Bir kadın sahabe Resulullah'ın huzuruna telaşla girerek:
- Ya Resûlellah! Şu anda kocam ölüm döşeğinde, belki biraz sonra ölmüş olacak...
Yalnız yanında kelime-i şehadet getirdiğimi anladığı ve kendiside getirmeye çalıştığı halde şehadet kelimesi getiremiyor.
Kocamın imansız gitmesinden korkuyorum. Bu hususta bir yardımınızı bekliyorum, dedi.
Hazreti Peygamberimiz:
- Kocan sağlığında ne gibi kötü harekette bulunurdu? diye sordu.
Kadın hiçbir kötü amelinin olmadığını, namazını kılıp her türlü ibadetini noksansız yerine getirmeye çalıştığını söyledi.
Bu sefer Peygamberimiz:
- Kocanızın dünyada kimi var? diye sordu.
Kadın ihtiyar bir annesi olduğunu söyleyince Peygamberimz (s.a.s.) kadının kocası Alkama'nın anasın huzura çağırdı.
Hazreti Alkama'nın anası, Hazreti Peygamberimizin huzuruna çıktı. Peygamberimiz:
- Oğlun sana karşı nasıl hareket ederdi? Oğlundan memnunmusun? diyr sordu.
Alkamanın anası:
- Ya Resulullah, oğlum evleninceye kadar çok iyi muamele ederdi.
Evlendikten sonra hanımını dinledi, bana hor bakmaya başladı.
Hatta son zamanda evini bile ayırdı. Ben de üzüldüm, onun bu hareketine, dedi.
Peygamberimiz (s.a.s.) yaşlı kadına;
oğlunun ölüm döşeğinde olduğunu, hakkını helâl etmediği takdirde cehennem azabı çekeceğini söylediyse de kadın:
- Hakkımı helâl etmem ey Allah'ın Resûlü, dedi.
Alkama ise evde yatıyor, hâlâ şehadet kelimesi getiremiyordu.
Hazreti Peygamberimi, kadının annelik şefkatini harekete geçirmek için, orada bulunanlara:
- Bana biraz odun hazırlayın, diye emir verdi.
Kadın hayretle :
- Odunu ne yapacaksın ya Resûlellah! diye sormaktan kendini alamadı.
Çünkü o da şüphelenmişti.
Peygamber Efendimiz :
- Oğlunu yakacağım...
Zira yarın cehennemde yanacağına cezasını burada çeksin, daha iyi buyurunca, kadın dayanamadı,
- Oğlumun gözümün önünde yanmasına razı olamam ya Resûlellah ! Ona hakkımı helal ediyorum, dedi.
Murat hasıl olmuştu... Hazreti Peygamberimiz,
Bilâl-ı Habeşi Hazretlerini göndererek :
- Git bakalım, Alkama ne haldedir? buyurdular.
- Bilâl-i Habeşi Alkam'nın yanına varıp şehadet kelimesei telkin ettiğinde, Alkama'nın dili açılmıştı :
- Lâ ilâhe illallâh, Muhammedün Resûlüllah, deyip ruhunu Allah'a teslim etti.
Kaynak: Büyük Dini Hikayeler, İ.Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi
Süleyman A'meş ve karısı
Ameş ve Karısı
İmam-ı Azam Ebu Hanife rh.a.'in arkadaşlarından, o dönemin hadis ve kıraat âlimlerinden Süleyman A'meş, bir gece evinde eşiyle tartışmış ve hanımını biraz incitmişti.
Buna rağmen tartışmadan hemen sonra hanımıyla tekrar konuşmak istemiş, ama hanımı kocasına kırgın olduğu için, adamın sözlerini cevapsız bırakmıştı.
Adam öfkeyle:
-Niçin bana cevap vermi yorsun? diye hanımını bağırıp, azarladı.
Fakat bir cevap alamadı.
A'meş'in kızı babasına:
-Bu gece olmasa da, yarın sabah konuşur seninle, dediyse de adamın öfkesi dinmedi:
-Eğer bu gece benimle konuşmazsa, benden kesin boş olsun, dedi.
Kızcağız da annesini konuşması için ikna etmeye çalıştı.
Ama annesi inat etti,
konuşmamakta direndi.
Karısının konuşmamakta kararlı olduğunu gören A'meş'in ise az önce öfkeyle ettiği yeminin ciddiyeti aklına geldi,
söylediğine pişman oldu.
Eşiyle boş olmaktan kurtulmak için care düşünmeye başladı.
Gecenin bir yarısında giyinip evden cıktı.
Doğru Ebu Hanife Hazretlerinin evine gitti.
Ebu Hanife onu içeri alıp derdini sordu.
A'meş karısıyla olan hadiseyi anlattı, dert yandı:
-Bu kadın bu tavrıyla benden kurtulup kaçmak istiyor.
Beni sıkıntıya sokmasından korkuyorum.
Kendisi çocukların annesidir.
Onu boş olmaktan kurtarıp beni rahatlatacak bir care var mı? diye sordu.
Ebu Hanife:
-Üzme kendini.
Allah'ın izniyle bir care bulunur, dedi.
Ebu Hanife, A'meş'in oturduğu yerdeki mescidin müezzinine haber gönderip yanına çağırdı.
Bu gece sabah ezanını henüz vakti girmeden okumasını tenbihledi.
A'meş de evine dönüp, ezanı beklemeye başladı.
Daha sabah olmadan okunan ezanı duyan A'meş'in hanımı,
sabah oldu da boşanması gerçekleşti zannederek konuştu:
-Oh be! dedi. Senden kurtuldum, kötü huylu herif!
A'meş ise kıs kıs gülerek cevap verdi:
-Henüz sabah olmadı. Sen de konuşup yeminimi bozdun.
Bize çare gösterenden Allah razı olsun
Yusuf Yavuz
Semerkand dergisinden alınmıştır.
Altıyüz Dirhemlik İp
Altıyüz Dirhemlik İp
Bağdat. Dul bir kadın.
Altı öksüz çocuğu ve bir de ihtiyar ana.
Kadın geçimi sağlamak üzere, hafta boyu el emeği verir, göz nuru döker iplik eğirir,
pazara çıkar ve anası ile çocuklarının rızkını temin etmeye çalışırdı.
Vakti tamam olunca bu dul kadın vefat eder, çocukların bakımı ise ihtiyar kadına kalır.
Kadın pazara her hafata çıkamıyor, ip eğiriyordu. Bir zaman baktıki altıyüz dirhem kadar ip eğirmişti,
pazara götürmeye karar verdi.
- Ya Rabbi! Bu öksüzlerin, yetimlerin rızkını ver, diyerek sabah erkenden pazarın yolunu tuttu.
Yolda giderken Şeyh Abdülkadir Geylani Hazretlerinin evinin önünden geçiyordu.
Onu görünce durakladı.
Şeyh mürüdleriyle sabah namazından çıkmıştı, yaşlı kadını görünce duraklayarak:
- Hoş geldin bacı, nereye gidiyorsun?
- Bir miktar ipliğim var, pazara götürüp satacağım.
- Ver bakalım. Benden altıyüz dirhem ip isteniyor,
bunu ver de ben satayım.
- Memnuniyetle, lütuf buyurmuş olursunuz, efendim dedi ve ipi verdi.
Abdülkadir Geylani Hazretleri eline aldığı ipi şaka yollu mescidin;
damına atınca hemen nereden geldiği belli olmayan büyük bir kuş gelip, ipi kapıp gider.
Kadın bu nebiçim şaka diye kendi kendine söylenmeye başlayınca, müritler kadına itiraz etmemsi için işaret ettiler,
kadında daha fazla bir şey demedi.
Hazreti Şeyh kadına dönerek.
- Hatun canını sıkma, ipliği satmaya gönderdim, parası gelsin ne kadar ettiyse alırsın.
- Pekala, diyerek gider, ertesi gün gelir.
- İpilik satıldı mı
Abdülkadir Geylani Hazretleri:
- İplik satıldı, fakat parası henüz gelmedi. Bir hafta hadar bir zaman içinde gelir.
Kadın bir hafta sonra gelir, para henüz gelmemiştir, kadına:
- Yarın gel, paranı al.
Kadın, pazara niye gitmedim, şimdi param elimde olurdu hayıflana hayıflana evine gitmek üzere iken, Mürütler:
- Birgün daha sabret bakalım mevla ne gösterecek, derken bu işin sade bir şaka olmadığının farkında idiler.
Ertesi gün oldu.
Abdülkadir Geylani Hazretlerinin huzuruna o ana kadar görülmeyen bir heyet geldi.
Bin altın takdim ettiler.
Müritler heyete bu kadar paranın ne olduğunu, niçin Şeyhe takdim ettiklerini sordular.
Gelenler tüccar olduklarını belirterek:
- Altınlar Hazreti Şeyhindir.
Denizde yolculuk yaparken fırtına sebebiyle geminin yelkeni delindi,
yol alamaz olduk, denizin ortasında kalacaktık.
Kaptana bir çaresi yok mu diye sorduğumuzda:
- Altıyüz dirhem ip olsa geminin yelkenini onarır, yolumuza devam ederdik ama, şu anda nerede bulacağız, dedi.
Biz ellerimizi kaldırarak Allaha dua ettik ve duamızda:
- Ya Sultanul Arifin bize altıyüz dirhem kadar ip gönder, sana bin altın vereceğiz diye yalvardık.
Bir de baktık ki, bir kuş gelip altıyüz dirhem ipliği geminin güvertesine bırakıp uçtu gitti.
Şimdi o adağımızı yerine getirdik, dediler.
Tüccarlar ayrıldıktan bir müddet sonra, ihtiyar kadın gelip sordu.
- Para geldi mi efendim?
Şeyh bin altını kadına verirken:
- Benim satışım seninki kadar kârlı olmuş mu?
Kadın bir anda zengin olmuştu.
Abdülkadir Geylani Hazretleri'ne teşekkür ederek huzurdan ayrıldı.
Altın Kesesi
Altın Kesesi
Vakti zamanında Hac vazifesini yapmak üzere Mekke’de bulunan bir kimse,
oradaki bir adamın sürekli “Allah’ım, sen doğruların yardımcısı ol, onlara yardım et.” Diye dua ettiğine şahit olur.
Öyle ki bu adam bu duadan başka dua etmez.
Bu duruma şahit olan kimse meraklanır ve adama sorar; “Sen neden hep aynı duayı ediyorsun?”
Adam başlar hikayesini anlatmaya;
Yıllar önce hac vazifemi yapmak üzere Mekke’ye gelmiştim.
Burada Kabe’nin etrafında tavaf ederken ayağıma bir şey takıldı.
Eğilip onu aldım.
Büyükçe bir keseydi ve içi altın doluydu.
Önce o kesenin sahibini bulmayı düşündüm.
O kalabalıkta bulamam dedim.
Altınları alıp gideyim dedim.
Hem epeyce altın vardı…
Uzunca bir süre nefsimle mücadele ettim.
O esnada bir takım kişiler “bir adamın içinde bin tane altın olan bir keseyi kaybettiğini ve bulup getirene 30 altın hediye edeceğini” bağırıyorlardı.
Bu duyuru ile nefsimi yenebildim.
Helal olan 30 altın haram olan bin altından daha iyiydi.
Keseyi sahibine ulaştırdım ve onun hediyesi olan 30 altını aldım.
Hac vazifemi tamamlayıp kendi memleketime giderken o altınlar ile bir köle satın aldım.
Kölem çok efendi bir gençti ve iyi çalışırdı.
Ben de ona bir köle gibi muamele etmezdim.
Birlikte çalışır, aynı sofrada yemeklerimizi yerdik.
Bir müddet bu böylece devam etti.
Bir gün kölemin tanımadığım birkaç adamla gizlice konuştuğunu gördüm. Ona,
o adamların kim olduğunu sordum.
Dedi ki; “Ben falanca diyarın hükümdarının oğluyum.
Babam ve ben bir savaşta esir düştük.
Beni köle pazarına getirdiler ve sen beni satın aldın.
Bu adamlar ise babamın askerleridir.
Bana babamın esaretten kurtardığı ve beni 50 bin altın karşılığında satın almak istediği haberini getirdiler.
Sen iyi bir adamsın sakın ola fiyatı düşürme, o 50 bin altın senin hakkındır.”
Kölemin babasının askerleri tekrar geldiler ve onu o adamlara 50 bin altına sattım.
Bu para ile de tüccarlığa başladım.
Birçok tüccar dostum oldu.
Bir gün o dostlarımdan yaşça pek ileri olanlarından birinin üzgün olduğunu gördüm.
Ona sebebini sorduğum da;
“bir başka tüccar dostunun vefat ettiğini ve o adamın kızının yapayalnız kaldığını,
o dostu için ve dostunun kızı yalnız kaldığı için üzgün olduğunu” söyledi.
Ve beni çok sevip güvendiği için o kızla evlenmemi teklif etti.
Onun teklifini kabul ettim.
Evlilik için gerekli hazırlıklar tamamlandıktan sonra adet olduğu üzere kızın çeyizini görmek için evine gittim.
Çok değerli bir çeyizi vardı kızın ve çeyizinde altın kaseler içinde kese kese altınlar…
Her kasenin içinde, bin altınlık keseler vardı.
O keselerden birinde ise 970 altın vardı.
Bütün keselerde bin altın var iken o kesede neden 970 altın olduğunu merak etmiştim.
Bunu kıza sorduğum zaman;
“babasının hac vazifesini yaparken içinde bin altın olan kesesini kaybettiğini ve o keseyi bulup getiren kişiye 30 altın hediye ettiğini, daha sonra ise o keseyi hiçbir zaman tamamlamadığını” anlattı.
Yıllar önce aldığım 30 altın ile o keseyi tamamladım.
İşte bu nedenle Allah’a doğru kimselere yardım etmesi için yalvarıyorum.
Çünkü dürüstlükten uzaklaşmak ve yalan söylemek,
yalancı bir kimse olmak çok kolay ve nefse hoş gelen bir şeydir.
Ve bu öyle bir şeydir ki, bir kez yalan söyler iseniz,
ondan sonra hep yalan söylemek zorunda kalırsınız.
Dürüstlükten bir kez uzaklaştınız mı, bir daha doğru olamazsınız.
Bu çok zordur.
Ve dürüst kalmak, doğru olmak da zordur.
Büyük bir mücadele gerektirir, doğru olmak için nefsinizi yenmeniz gerekir.
Ancak bunu başarır iseniz hem dünyada hem de ahirette mükafatı büyük olacaktır.
Ben hayatım boyunca dürüst kalmak için nefsimle mücadele ettim.
Zor bir mücadele olsa da, dürüstlük kaderim oldu.
İşte doğruluk bu kadar zor ve mükafatı bu kadar büyük olduğu için bu duayı ediyorum.
30 Aralık 2013 Pazartesi
Boş Dönmemiş Olursun
Boş Dönmemiş Olursun
Ahmed bin Hadraveyh hazretlerinin evine bir gün hırsız girdi.
Her tarafı aradı, fakat götürecek bir şey bulamadı.
Eli boş döneceği zaman Ahmed bin Hadraveyh;
Ey genç!
Şu kovayı al su doldur.
Abdest al ve namaz kıl.
Bu arada evime belki bir şey gelir,
sana veririm.
Böylece evimden boş dönmemiş olursun, dedi
Genç onun emrettiği gibi hareket etti.
Sabah olunca zengin birisi Ahmed bin Hadraveyh'e yüz elli altın getirdi.
Ahmed bin Hadraveyh hazretleri bu parayı o gence vererek;
- Al bu gece kıldığın namazlar sebebiyle sana mükafattır." dedi.
Genç onun bu merhamet ve iltifâtı karşısında şaşırdı, hâli de değişti.
Sonra; "Yolumu kaybetmiş, bozuk işlere dalmıştım.
Bir gece hayırlı bir iş yapıp Allahü teâlâya ibâdet ettim.
Rabbim de bana böyle ihsânda bulundu." diyerek tövbe edip Ahmed bin Hadraveyh hazretlerine talebe oldu.
Allah'ım Halkıma Din Ver!..
Allah'ım Halkıma Din Ver!...
"Siz Allah'ın dinine yardım edin ki, Allah da size yardım etsin."
(Muhammed Sûresi, 33)
İslâm'ın nûruyle aydınlanmış bir sîmâ, Allah'ın dinine yardım ettikçe gençleşen bir yürek:
Kazakistanlı Orazgül hanım !..
Yaşı altmış yedi, ama görenleri şaşırtacak derecede genç ve dinç!..
İslâm dininin Kazakistan'da yayılması için büyük bir gayret sarfetmiş ve hâlâ bütün himmetini buna sarfediyor.
Onu tanıdıkça, bir insanın bu kadar kısa sürede tek başına neler yapabileceğinin şâhidi olduk.
Her şeyin bir kişiyle nasıl başladığını, Allah Teâlâ'nın gayret ve samimiyete ne sûretle bereket verdiğini gözyaşlarımızla yüreklerimizde hissettik.
Buyrun siz de tanışın Orazgül Hanım 'ın İslâm heyecânıyla…
Kendinizi tanıtır mısınız?
İsmim Orazgül, yaşım 67. Çimkent'te oturuyorum.
Bizim memleketimiz Kazakistan yetmiş yıl komünist rejimi altında kaldı.
Kazakistanlı müslümanlar kendi kimliklerini kaybettiler.
Hemen hepsi ateist ve komünist oldu. Ben de komünist idi.
Resmî olarak da hükümet ve devlette de vazifelerim vardı.
Taşkent'te Orta Asya Politika Üniversitesi'nde, ardından Gıda Mühendisliği Fakülteleri'nde okudum.
Komünist Parti'ye girdim. Dedem mollaydı, ben komünist!..
Bir çark içine girmiştim ve artık dışarıdan başka birisinden hiç etkilenmiyordum.
Günümü gün ediyor, hayatın her türlü zevkini çıkarmaya çalışıyordum. Domuz etini ve sucuğu yer,
içkiyi rahat ve bolca içerdik.
Eşim seyyid soyundan geliyordu, ama o benden de beterdi. Yıllarımız, hayatımızın çoğu böyle geçti.
İslâm'la nasıl tekrar tanıştınız?
1989 yılında eşimle birlikte Özbekistan'a yaptığımız bir seyahat esnasında elimize Özbekçe “Binbir Hadis” kitabı geçti.
O zamana kadar hiçbir dînî kitab görmemiştik.
Kazakistan'da böyle dinden, Peygamber Efendimiz'den bahseden bir eserle hiç karşılaşmamıştık.
Merak ettik. Hemen okumaya başladık.
Ben kitabı elimden bırakınca eşim alıyor, o bırakınca ben alıyordum.
Âdeta okuma yarışına girmiştik. Sabaha kadar durmadan okuduk. Çok etkilenmiştik.
Kitap bitince birbirimize döndük ve:
“-Hayat bu kitaptaymış ve bizim hiç haberimiz yokmuş!” dedik ve bu kitabı Kazakça'ya tercüme etmeye karar verdik.
Eşim ilk önce iki yüz kırk hadis çevirdi.
Ben de izne çıktığımda kalan hadîs-i şerîfleri çevirdim.
Âdeta Peygamber Efendimizin hadîs-i şerîfleriyle hidâyet bulmuştuk.
O zamana kadar İslâm hakkında hiçbir bilgisi olmayan herkes bu kitaptan çok etkilendi.
Hadîs-i şerîflerin hepsine insanların ne kadar ihtiyacı olduğunu o zaman fark ettik.
İnsanların, dine olan açlığını gördük.
Keşke buralarda da insanların gönüllerinin doyacağı mescidler olsaydı, diye düşündük.
Çünkü bulunduğumuz şehir altı yüz bin kişilikti ve bir tane mescid vardı. Çok eski bir yapıydı.
Buraya devam edenlerin çoğu ihtiyarlardı.
Mescidde görevli bir molla (hoca) da yoktu.
Cenâze merâsimi yapacak, insanlara namaz kıldıracak,
Kur'ân ve hadîs-i şerîf öğretecek bir hocaefendi yoktu.
Mescide cenaze gelir, oradan kabristanlığa götürülür ve eve dönüldüğünde içki masasında ölünün ardından ağıt okunurdu.
Bir gün yolda giderken merkezî bir yerde boş ve büyük bir arsa gördüm. Burası mescid olsa ne güzel olurdu diye içimden geçirdim.
Belediyeden arsayı bu maksadla istedik, bize cevap vermediler.
1991 yılıydı. Kazakistan bağımsızlığını kazandı.
Valilik, belediye ve mühendisler, şehirleri elden geçirmeye ve yeniden inşa etmeye başladılar.
Bu sırada görevli bir şehir mühendisi beni çağırdı ve şehrin ortasında mescid yapılmak üzere boş bir arazi tahsis ettiklerini haber verdi.
Bu sefer de bizim paramız yoktu.
Kazandığımız bütün maaşları mescide ayırdık. Ne kazansak, mescidin inşası için harcıyorduk.
Başka işlerimiz de olduğu için mescidin inşaatında bizzat bulunamıyorduk. Para da yeterli değildi.
İhtiyarlar yeni bir mescid yapılıyor diye çok seviniyorlardı, ama onların da paraları yoktu.
Güç belâ biriktirdiğimiz yedi bin dolarla bir mimar-mühendis tuttuk. İnşaatı ona havâle ettik ve parayı da kendisine teslim ettik.
Fakat o da parayla birlikte kayboldu. Mescid yine yarım kalmıştı.
Ortada kala kalmıştık. Şimdi ne yapacaktık?!..
Halkımıza önce dini öğretecek bir müessese açalım, orada dinî değerleri öğretelim. Ardından mescid işine tekrar teşebbüs ederiz diye düşündük.
Bu niyetle Kur'ân-ı Kerim'in dili olan Arapça öğreten bir kurs açmaya karar verdik.
Kurs bir yıllık olacaktı. Allah'a şükür talep çoktu. 115 kişi başvurmuştu. Onlara ders vermek üzere 30 yıl imamlık yapmış birisini bulduk.
Dersler bir sene sürdüğü hâlde, o hoca kimseye bir şey öğretmemiş.
Irkçılık sebebiyle hiçbir kazak öğrencinin bunları öğrenmesini istememiş.
Siz bunları öğrenemezsiniz, diye de alay etmiş.
Bir başkasını bulduk. O da bir buçuk ay sonra eğer maaşımı üç kat arttırmazsanız bu işi bırakırım diye bir mektup yazdı.
Maaşını yükseltmeye karar verdik, ama yine bırakıp gitti. Oturduk ağlamaya başladık:
“-Ya Rabbi!.. Bizim eksikliğimiz yüzünden dinine zevâl verme! Mescidimiz yarım kaldı.
Arapça kursumuza hoca bulamıyoruz. Talebemiz var, hocamız yok! Allah'ım bizi affet, yardımını esirgeme!...
O zamanlar ne kadar üzüldüğümüzü, ne kadar ağladığımızı bir Allah bilir.
Ertesi gün eşim, işine gitmişti. Dönerken iki ihtiyarla geldi. Adamlar yetmiş yaşına yaklaşmışlardı.
Özbekistan'da dînî eğitim almışlardı. Hâfızdılar.
Ama amel ve ibâdetleri azdı. Yalnız para için çalışıyorlardı. O yıl 113 talebe mezun oldu. T
alebelerimizden altı tanesi çok iyiydi. Bunlar arasından da üçünü seçtik ve özel eğitim imkânları sağladık.
Daha sonra iki senelik bir medrese açtık.
Bu medreseyi de Kazak-Arap Dili Enstitüsü'ne döndürdük.
Sonra eksiğimizin dinî ilimler sahasında olduğunu düşünerek, Suudî Arabistan'a mektup yazdık ve kendilerinden bu enstitüde ders vermek üzere hoca istedik. Bu dâveti, Kuveyt ve Mısır'a da yaptık.
Gelmeye başlayan hoca ve eğitimcilerle eksiklerimizi tamamlıyor, dinimizi öğrenmeye başlıyorduk.
1994-5 yıllarında İlâhiyat fakültemizi açtık. 1996 yılında İslâm'la ilgili “Dini Tanımanın Temelleri” adında ilk telif kitabımı yazdım.
O kitap, yayınlanır yayınlanmaz uzun bir müddet satış listelerinin üst sıralarında yer aldı.
İnsanlar İslâm'a hasretti.
O zamana kadar yazdığım kitaplar hep ateizmle ilgiliydi.
1993 yılında eşim hacca gitmişti, 1995 yılında ben de gittim.
Hedeflerimizden birisi de Arabistan'daki üniversitelerle görüşüp fakültemize hoca getirebilmekti. Özbeklerle beraber hacca gitmiştik.
Yolda câhil birisi, “Kazaklar da müslüman mı ki?!” deyince çok üzüldüm. Ona cevâben:
“-Elhamdülillâh, müslüman tabiî!..” dedim.
Ama yüreğim de içten içe sızladı ve:
“-Yüce Allah'ım, halkıma din ver!” diye duâ ettim.
Hac ibâdetimizi edâdan sonra ülkemize geri döndük. Tekrar Taşkent'e gittik.
Özbek medreselerinde ders veren bir kazak hoca bulduk. Evinde misafir olduk. O akşam kendisine:
“-Sen kazaksın. Halkına din öğretmelisin. Sorumlusun. Seni daha önce de dâvet etmiştik. Gelmedin.
Eğer yine gelmeyecek olursan ayaklarının altından öpeceğim. Ne olur bizi yüzüstü bırakma!..” dedim ve dinim için kalktım, e
ğildim ve ayaklarını öpmeye teşebbüs ettim. Dizlerinin dibinde:
“-Benim halkımın dine ihtiyacı var!” diye yalvardım.
Nihâyet ikna edip beraberimizde Kazakistan'a götürdük.
İki ay evimizde kaldı. İki ay sonra âilesini de getirdi.
Bu arada mescid inşaatımız olduğu gibi duruyordu. Bir şey yapamıyorduk ve bu durum bizi çok üzüyordu.
Nice geceler düşünce ve üzüntüden uykusuz geçti.
Yakınlarımızdan bir genç vardı. Zeki ve terbiyeliydi.
Bir gün onunla konuştum ve:
“-Hadi seni Mısır'daki Ezher üniversitesine gönderelim. Orada dinimizi öğrensen de geri döndüğünde bize anlatsan! Çok büyük bir hizmet etmiş olursun!” dedim. O da beni kırmayarak gitti. On sene eğitimden sonra bu yıl Kazakistan'a döndü.
O ân gözlerimle gördüm ki, Allah'tan samimiyetle ne istesek duâlarımızı kabul etmiş ve icâbet buyurmuş!...
Üniversitede dersler düzenli olarak devam etmeye başlamıştı. Halktan da talep gittikçe artıyordu.
Amerika'ya 11 Eylül saldırıları olunca, Arapların ülkemizde çalışması yasaklandı. Neredeyse bütün hizmetlerimiz durma noktasına gelmişti. Allah'a yalvardım, yakardım, yardım taplep ettim. O sırada nereden geldilerse Türkiyeli kardeşlerimiz karşımıza çıkıverdi. Onları bize Allah gönderdi. Onlar bize imkân da temin ettiler ve okullarımız ücretsiz oldu. Biz de fakültemizin ismini değiştirdik, “Oturar” koyduk.
Türkiye'ye ne zaman geldiniz?
İlk defa 1993 yılında Türkiye'ye gelmiştim. Başımda şapkam vardı, saçlarım açıktı. Namazı da bilmediğimden öylece kılardım. Bir hanım geldi, başıma örtü verdi. Şapkamı çıkarıp örtüyü başıma örttü:
“-Çok yakıştı, namazlarını hep böyle kıl!” dedi. Bizi gezdirdiler. Türkler, çok dindar ve iyiliksever insanlar. Oradaki namazımdan çok huzur buldum. Gördüğüm her mescidde namaz kılmak istiyordum. Hele Sultanahmed câmiinde namaz kılarken meleklerin tepemde gezdiklerini hissediyordum.
Benzer duyguları Medine'de Peygamber Efendimiz'in mescidinde de hissetmiştim. Orada Cuma namazı kılarken sanki câmi göklere doğru çekilmiş gibi hissetmiştim. Peygamber Efendimiz'in bastığı yerler bembeyazdı. Sonra memleketime baktım, simsiyah!.. Selam verdiğimde yanımda namaz kılan kadına bir şey hissedip hissetmediğini sordum. Sanki mescid yükseldi gibi oldu, dedim. O da tebessüm etti. Anladım ki, o mübârek topraklar Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbının bastığı mübârek topraklar!.. Ve hâlâ o toprakların bereket ve rûhâniyeti devam ediyor.
Hizmetlerinizi yaparken ne gibi zorluklarla karşılaşıyorsunuz?
Kazakistan'da müslümanların karşılaştığı bir çok zorluklar var. Dini bilmeyen insanlar, okullarımızı kapanmasına çalışıyorlar. İnsanların mescidlere gitmesinden rahatsız oluyorlar. Okulumuza dokunamazlar. Gerekirse mahkemeye giderim, bu işi sonuna kadar tâkip ederim. Canımı alırlar, okuluma dokunamazlar. Ben bu yola baş koydum.
Mâşaallah, bu yaşta bile hâlâ içinizde heyecan ve aşk taşıyorsunuz. Bu heyecanı nasıl canlı tutabiliyorsunuz?
Ben de bu işin peşini bırakırsam mücâdeleyi göze alacak kimse yok. Resmî müesseseleri çok iyi tanıdığımdan beni başlarından savamıyorlar. Allah bize güç verdiği, ömür verdiği nisbette canla başla çalışmak mecbûriyetindeyiz.
Bize son söz olarak neleri söylemek istersiniz?
Bizim kalbimizde Türkler'in bambaşka bir yeri vardır. Dinimizi, medeniyetimizi, ahlâkımızı sizden öğreniyoruz. Size teşekkür ederiz, duâlarınızı bekleriz.
Biz de size teşekkür ederiz. Allah yâr ve yardımcınız olsun. Yüce Rabbimiz size hayırlı uzun ömürler ihsan buyursun. Bize bir kişinin isterse tek başına neleri yapabileceğinin canlı şâhidi oldunuz. Allah sizin din yolundaki hizmet şuur ve gayretinizden bizlere de hisseler versin. Âmin.
Halime Demireşik
Her Gördüğünü Hızır, Her Geceyi Kadir Bil
Her Gördüğünü Hızır, Her Geceyi Kadir Bil
Bir gün annesi tarladan kaldırdığı buğdayları, biriyle Ubeydullah-ı Ahrâr'a gönderdi.
Ubeydullah-ı Ahrâr buğdayları ambara koymakla meşgûlken, buğdayları getiren kimse, boş çuvallarını alıp gitti.
Nereye gittiği ve hangi yoldan gittiği belli değildi.
Ubeydullah-ı Ahrâr o anda neden bu zavallı ve garib kimseden duâ almadığına üzüldü.
İçine garib bir ızdırap çöktü.
Buğdayı olduğu gibi bırakıp koşarak o kimsenin peşine düştü.
Yanına vararak tevâzu ile kendisine duâ etmesini istedi ve;
-Beni gönlünüze alın.
Hâlime biraz inâyet nazarıyla bakın.
Belki duânız ve himmetiniz bereketiyle Allahü teâlâ beni bağışlar, merhâmet eder de yolum açılır, dedi.
Onun yüzüne şaşkın ve hayret dolu ifâdelerle bakan zât;
-Zannediyorum ki Türk şeyhlerinin söyledikleri; "Her geleni Hızır bil, her geceyi Kadir bil" sözüne göre hareket ediyorsun.
Fakat ben hiçbir özelliği olmayan kendi hâline yaşayan bir kimseyim.
Elimi yüzümü bile lâyıkı ile yıkamayı bilmem.
Senin istediğin şeyden ben haberdâr değilim.
O bende yoktur." dedi.
Ubeydullah-ıAhrâr duâ etmesi için yalvarmaya devâm etti.
O kimse, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın yalvarışına dayanamayarak ellerini kaldırdı ve;
-Allahü teâlâ senin kalb gözünü açsın, diye duâ etti. Bu duâ bereketiyle Ubeydullah-ı Ahrâr'ın kalbinde açılmalar oldu.
Başka Dua Bilmez misin
>Başka Dua Bilmez misin
Bir şahıs, Harem-i Şerîfin kapısında,
Ey doğrulara yardım eden, haramlardan kaçınanları koruyan Allâhım!..
diyerek hep aynı duâyı okuyordu.
Ona, Sen başka duâ bilmez misin? dediler.
O şöyle açıkladı, bu duâyı tekrar etme sebebini:
Ben Beyt-i Şerîfi tavâf ederken ayağıma takılan bir şeyi eğilip aldım.
Bir de baktım ki, içinde bin altın bulunan bir kese.
Şeytanımla îmânım mücâdeleye tutuştular.
Bin altın çok para, senin bütün ihtiyaçlarını karşılar dedi şeytanım.
Îmânım ise, Bu haramdır, boşuna saklama;
sahibini bul, teslim et! dedi.
Ben böyle mücâdele içinde iken, birinin sesi duyuldu:
Burada, içinde bin altınım bulunan kesem kaybolmuştur.
Kim buldu ise getirsin, ona otuz altın müjde vereyim!
Bin haramdan otuz helâl hayırlıdır, diyerek keseyi sahibine teslim ettim.
O da bana otuz altın verdi.
Bunu alıp bakırcılar çarşısında gezerken,
bir Arap kölenin bu paraya satıldığını görünce, hemen satın aldım.
Bir müddet sonra bu kölenin yanına bir kısım Araplar gelip gizlice konuşmaya başladılar.
Köleden ne konuştuklarını sordum.
Saklamayıp aynen anlattı:
Ben Mağrip sultânının oğluyum.
Babam, Habeş melikiyle cenk edip savaşı kaybetti.
Beni de esir alıp buralarda sattılar.
Babam bunları göndermiş, elli bin altın da vermiş ki,
beni satın alıp götürsünler.
Sen bana çok iyilik ettin, kendi evlâdın gibi baktın.
Bundan dolayı memnun kaldım. Bunlar beni satın alacaklar; sakın az altına râzı olma, elli bin altına sat beni.
Dediği gibi oldu. Elli bin altına sattım köleyi.
Bu kadar büyük sermaye ile bir kısım mallar alıp Bağdata gittim.
Orada açtığım dükkânda mallarımı satıyordum.
Bir tanıdığım gelip, Meşhur bir tüccar dostum vefât etti, ay gibi güzel kızcağızı yalnız kaldı.
Gel bunu sana alalım dedi.
Ben de kabul ettim. Kızın, çehiz olarak getirdiği birtakım tabakların üzerinde içi altın dolu keseler vardı.
Hepsinin üzerinde de biner altın yazılı iken, birinde dokuz yüz yetmiş altın yazılı idi.
Bunun sebebini sorduğumda kızcağız dediki:
Babam bu keseyi Harem-i Şerifte kaybetmiş.
Bulan bir helâlzâde keseyi iâde edince, otuz altını ona müjde olarak vermiş, ondan geriye kalanlardır bu kesedeki altınlar.
Bunun üzerine ben Allâha hamd ve şükürlerde bulundum; bunlar hep doğruluğun, iyiliğin bereketi, diyerek hâdiseyi kızcağıza anlattım.
Sürur ve saâdetimiz daha da perçinlenmiş oldu!..
(Nevâdir-i Süheylî, Sayfa: 280-81)
Evet, enteresan bir hâdise. Doğruluk ve dürüstlüğün neticesini göstermesi bakımından verdiği mesaj oldukça mühim.
Kaldı ki bu, sadece dünyadaki semeresi.
Âhiretteki karşılığı ise, ebedî bir saâdet. Rabbimiz cümlemizi, îmânımızın sesine kulak vererek sadâkat ve istikametten ayırmasın. Âmîn..
Allahü Teâlâyı Bilirmisin?
Allahü Teâlâyı Bilirmisin?
Abdullah bin Mübarek, bir gün yolda gidiyordu.
Önünde birkaç koyunla bir çoban çocuk gördü.
Ona acıdı ve;
"Zavallı, çocuklukta çobanlık yaparsa,
büyüdükte Allahü teâlânın ibâdet ve mârifetine nasıl erişir?" dedi.
Sonra kendi kendine; "Gideyim, ona Allahü teâlâyı tanımakta bir mesele öğreteyim." deyip, çocuğun yanına geldi ve:
-Evlâdım, Allahü teâlâyı bilir misin? buyurdu.
Çocuk:
-Kul nasıl sâhibini bilmez?" dedi.
-Allahü teâlâ'yı ne ile biliyorsun?
-Bu koyunlarımla.
-Bu koyunlarla, O'nu nasıl bilirsin?
-Bu birkaç koyun çobansız işe yaramaz.
Bunlara su ve ot verecek, kurttan ve diğer tehlikelerden koruyucu birisi lâzımdır.
Bundan anladım ki, kâinat, insanlar, cinler, hayvanlar ve canavarlar ve bu kanatlı kuşlar bir koruyucuya muhtaçtır.
Bu binlerce çeşit mahlûkatı korumaya kâdir olan, Allahü teâlâdan başkası değildir.
İşte bu koyunlarla Allahü teâlâyı, böylece bildim
-Allahü teâlâyı nasıl bilirsin?
-Hiç bir şeye benzetmeden bilirim.
-Böyle olduğunu nasıl bildin?
-Yine bu koyunlardan.
-Nasıl?
-Ben çobanım.
Onların koruyucusuyum.
Onlar benim korumam ve tasarrufumdadırlar.
Onlara dikkatle bakıyorum. Ne onlar bana benzerler, ne de ben onlara benzerim.
Buradan, bir çoban koyunlarına benzemezse,
Allahü teâlânın elbette kullarına benzemiyeceğini anladım.
Abdullah bin Mübârek:
-İyi söyledin. İlimden bir şey öğrendin mi? buyurdu.
Çocuk:
-Ben bu sahrâlarda, nasıl ilim tahsîl edebilirim, dedi.
-Peki başka ne öğrenmişsin?
-Üç ilim öğrendim. Gönül ilmi, dil ilmi ve beden ilmi.
-Bunlar nelerdir, ben bunları bilmiyorum.
-Gönül ilmi şudur ki, bana kalb verdi ve kendi mârifet ve muhabbeti yeri eyledi ki,
bu kalb ile O'nu bileyim. O'nun sevdiklerine gönülde yer vereyim,
sevmediklerine yer vermiyeyim ve böylelerinden uzak olayım.
Dil ilmi şudur ki, bana dil verdi ve dili zikretmek,
O'nun ismini söylemek yeri eyledi. Bununla O'nu hatırlatanları dile getirmeği,
O'ndan bahsetmiyen sözden onu korumayı, böyle sözden uzak olmayı îmâ etti.
Beden ilmi şudur ki, bana beden vermiştir ve onu kendine hizmet yeri eylemiştir.
Böylece O'na hizmet olan her şeyi yaparım, hizmet olmayan şeyi ise bedenimden uzaklaştırırım.
Abdullah bin Mübârek, bunun üzerine:
-Ey çocuğum! Evvelki ve sonraki ilimler, senin bana bu öğrettiklerindir! dedikten sonra:
Ey oğul, bana nasîhat ver, buyurdu.
-Ey efendi! Âlim olduğun yüzünden belli oluyor.
Eğer ilmi Allah rızâsı için öğrendiysen, insanlardan istemeyi, beklemeyi kes.
Yok, dünyâ için öğrenmişsen, Cennet'e kavuşamazsın, dedi.
Allah’tan Utanmaya Senden Daha Layığım!
>Allah’tan Utanmaya Senden Daha Layığım!
Çok eski devirlerde Kifl adında bir adam vardı.
Kifl, ahlâkî ve insanî değerlere önem vermeyen, para kazanmak için her yolu meşru gören çok zengin bir adamdı.
Zenginliğini de faizden elde etmişti.
Dara düşen, ihtiyacı olan kimse kendisine geliyor, oda yüksek bir faizle geri ödenmesi şartıyla onlara para veriyordu.
Vadesi geldiği zaman kişi parasını ödeyemezse bu sefer faiz miktarını daha da artırıyordu.
Şayet yine ödeyemezse adamları vasıtasıyla o kimsenin bütün varına yoğuna el koyuyordu.
Bir gün, kapısına borç için bir kadın geldi.
Bu kadın yakın zamanda kocasını kaybetmiş,
namuslu, kendisini çocuklarına adamış bir anneydi.
Bir süre, kocasından kalan şeylerle evini idare etmeye çalışmıştı.
Ancak artık evde para kalmamıştı. Bunun için çalışması gerekiyordu.
Bir yerde iş bulmak istedi; ama dışarısı dul bir kadın için çalışmaya müsait değildi.
Neden sonra aklına evde dokuma yapıp onları yakın bir arkadaşı vasıtasıyla satmaya karar verdi.
Bunun için bir dokuma tezgahına ihtiyacı olacaktı.
Tezgahı alabilmek için de borç arayışına girdi.
Yakın dost ve akrabalarına gitti; ama kimsede para yoktu.
Çok üzülmüştü. Çaresiz bir şekilde evine doğru giderken yolda istemeden iki kişi arasında geçen bir diyaloga şahit oldu.
Şehirde Kifl adında bir kişinin insanlara borç para verdiğini duydu. Hemen onun yanına gitmeye karar verdi.
Kifl kapıda kadını görünce çok beğendi.
Onu elde etmek istedi. Kadın, Kifl’den karşılığını ödemek şartıyla borç para istedi.
Kifl, kadının dul olduğunu da anlayınca ona ahlaksız bir teklifte bulundu. Kendisiyle beraber olması şartıyla vereceği parayı istemeyeceğini söyledi. Bu teklifi kadın şiddetle reddetti.
Çok üzülmüştü. En çok da kendisine böylesi tekliflerin gelmesinden korkuyordu.
“Allah’ım bana yardım et.” diye dua etti.
Aradan birkaç gün daha geçmişti.
Evde hiçbir şey kalmamıştı.
Çocuklar açlıktan ağlıyordu.
Onların ağlamasına kendisi de katılıyordu.
Kendisini Kifl’e teslim etmeye mecbur hissetti.
Bu sırada da “Allah’ım! N’olursun beni affet.
Bir daha böyle bir günah işlemeyeceğim.” diye dua ediyordu.
Kadın, Kifl’in yanına gitti. Kifl’in yüzü gülüyordu. Ancak kadın bir yandan ağlıyor, bir yandan da titriyordu.
Kifl, kadına bu halinin sebebini sordu. Kadın,
- Buraya kendi isteğimle gelmedim. Daha önce böyle bir günah işlemedim. Onun için Allah’tan çok utanıyorum ve korkuyorum. Beni bu günaha sürükleyen fakirliğimdir, dedi.
Kifl, duyduklarına çok şaşırmıştı. O kaskatı kalbi bir anda yumuşayıverdi. İçini pişmanlık duyguları sarmıştı. O sırada ağzından şu ifadeler döküldü:
- Sen fakirliğin sebebiyle mecbur kaldığın bir günah işliyor ve bundan dolayı ağlıyorsun. Halbuki Allah bana bu kadar servet vermişken, ben günah işlemekten çekinmiyorum. Ben, Allah’tan utanmaya ve korkmaya senden daha layığım.
Kifl, pişmanlık hisleri içinde, yapacağı kötü işten vazgeçti.
Kalbine apayrı bir huzur ve mutluluk geldi. Kadına bir miktar para verip onu gönderdi. Kadıncağız, sevinç ve kendisini harama girmekten koruyan Rabb’ine şükür içinde evine döndü.
Kifl, artık eski Kifl değildi. O güne kadar yapmış olduğu bütün günahlar için tevbe ediyordu. O gün sabaha kadar Rabb’ine dua dua yalvardı ve affını diledi. O gece Kifl’in ecel vaktiydi. O hal üzere ruhunu Rahman’a teslim eyledi.
Sabah olmuştu. Kifl’in evinden çıkmadığını gören yakınları kapıyı açtıklarında Kifl’i ölü olarak buldular. Bu sırada kapısında herkesin okuyabileceği şekilde şöyle bir yazı vardı: “Allah, Kifl’in günahlarını affetti.”
Halk, bu duruma şaşırdı kaldı.
Allah, Kifl’in affedilmesine sebep olan bu olayı, o dönemin peygamberine vahiy yoluyla bildirdi. Böylece herkesin şaşkınlığı gitti ve insanlar bundan büyük bir ders aldılar.
Hikâye bize ne anlatıyor?
Tevbe kapısı her zaman ve her kişi için açıktır. Bir kimse ne kadar günahkâr bir kul olursa olsun büyük bir pişmanlık ve samimiyetle tevbe ederse Allah onun tevbesini kabul eder ve onu bağışlar.
Allah, kendi rızası istikametinde bir hayat yaşamaya gayret eden kullarını sever. Rahmetinin gereği olarak bazen kulları günaha gireceği an onları değişik vesilelerle korur. O yüzden kula düşen Rabb’iyle arasındaki bağı devamlı surette güçlü tutmasıdır.
Allah'tan Kork, Mührümü Bozma !
Allah'tan Kork, Mührümü Bozma
Geçmiş ümmetlerde gurbete çalışmaya giden üç arkadaş, bir ara yoğun bir yağmura mâruz kalınca yol kenarındaki bir mağaraya sığınırlar. Ne var ki, karşı dağdan, düşen yıldırım sebebiyle kopup yuvarlanan bir taş gelir, içinde bulundukları mağaranın kapısına sıkışıp kalır.
İçeride bulunan üç arkadaş korkup düşünmeye başlarlar. Nasıl çıkacaklar kapanmış olan mağaradan? Biri der ki: Bu belâdan kurtulmamızın bir çâresi olabilir. O da, Rabbimizin rızâsı için yapmış olduğumuz iyilikler.
Gelin bunları şefaatçı yapıp buradan kurtulmayı Rabbimizden dileyelim.
Bu sebeple biri der ki:
– Ey Rabbim! Ben yanında işçi çalıştıran biriydim.
Bir gün, çalışan işçim akşam yevmiyesini almaya gelmedi. Ben de onun parasını onun adına ayırıp çalıştırdım. Seneler sonra gelince parasını kazancıyla birlikte verdim. Şaşırdı, almak istemedi. Sonra ciddi olduğumu anlayınca yevmiyesini kazancıyla alıp sevinerek gitti. Bunu sadece senin rızân için yaptım. Eğer senin yanında makbul oldu ise, bunun hürmetine şu kayayı, çıkacağımız yerden uzaklaştır!
Bu dua üzerine kaya yerinden kımıldar, ama çıkılacak kadar yer açılmaz.
İkincisi de şöyle der
– Ey Rabbim! Ben annesine çok hizmet eden biriyim. Bir gece annem su istemiş, ben de koşup dışarıdan su getirmiştim, baktım annem uyumaktadır. Karşısında uyanıncaya kadar bekledim. Gece yarısı uyandığında beni karşısında bekler halde görünce çok memnun olup duâ etmişti. Bunun hürmetine bu belâdan bizi kurtar.
Kaya biraz daha kımıldar, ama yine kurtulmaya yeterli değildir.
Üçüncü olarak da son arkadaşları şöyle duâ eder:
– Ey Rabbim! Memleketimizde kıtlık olmuş, bir çok âile açlık belâsına mâruz kalmıştı. Benim durumum ise iyi idi. Bir gün komşum kızı yanıma gelip açlıktan ölüm tehlikesi geçirmekte olan âilesi için benden yiyecek birşeyler istemiş, ben de ona kendisini bana teslim etmesi halinde istediğini verebileceğimi söylemiştim. Başka çâresinin kalmadığını anlayan kızcağız, nihayet isteğime râzı olmuş, birlikte tenha yere gittiğimizde birden şu ikazda bulunmuştu:
– Ey elinde imkân olan adam! Allah’dan kork, benim iffet mührümü nikâhsız bozmaktan hicap duy! Bu mühür, ancak nikâhla bozulur, başka değil!
Bu beklenmedik ikazdan korkup titremeye başladım.
Kendimi mâsum bir kızın namus mührünü bozan iffetsiz durumuna düşürmekten utandım ve dedim ki:
– Haydi gel, istediğin kadar yiyecek al, mührünü muhafaza ederek iffetinle yaşa.
Böylece ona istediğini verdim ve mührünü bozmadım. Bunu senin rızân için yaptım. Eğer kabul edildi ise, şu kayayı kapımızdan uzaklaştır da çıkıp kurtulalım.
Bir de baktılar ki, sıkışmış kaya paldır küldür yuvarlanıp gitti, kurtulup dışarı çıktılar.
Evet, işte iffetsizlerin yersizliğini söylemek istedikleri kızlık işaretinin hadisteki adı mühürdür.
Allah'ın Rahmeti ve Amelin Karşılığı
Allah'ın Rahmeti ve Amelin Karşılığı | |
İki cihan güneşi sevgili Peygamberimiz (s.a.v) anlatıyor:
-Arkadaşlar az önce yanımdan ayrılan Cebrail (a.s) “Ey Muhammed!.. Seni insanlığa aydınlık yolu göstermek üzere hak Peygamber olarak gönderen Allah’a and olsun ki diye söze başlayarak bana şu ibret dolu hikayeyi nakletti:
-Vakti zamanında bir mü’min dünyadan el-etek çekerek deniz ortasında ıssız bir adaya yerleşir. Burada insanlardan ve dünyalık işlerden uzak ibadet etmeye koyulur. Bir süre ibadet ettikten sonra acıkmaya ve susamaya başlar. Ama nerede? Adada yalçın kayalarla kıyıyı döven azgın acı deniz suyundan ve bir de kendinden başka bir nesne yoktur.
Günler haftaları haftalarda ayları kovalarken abid kişi gittikçe güç ve takatten düşmeye başlar. Bu arada benzi solan yüzü sararan abid ibadetlerinin ardından durmadan Ey Rabbim bana yiyecek ve içecek bir şeyler ihsan et ki ibadet etme gücümü kaybetmeyeyim diye Allah’a yalvarıp yakarır. Günlerden bir gün kudretine nihayet olmayan Allah(c.c) yalçın kayalar arasından buz gibi soğuk şerbet gibi tatlı bir kaynak fışkırtarak etrafında kor gibi narlarıyla boy salmış koca bir nar ağacını dalgalandırarak O’nun bu dileğini yerine getirir.
Artık bütün gün ibadet ettikten sonra kaynağın başına iner nar ağacından tek narını koparıp yer ve abdestini alarak tekrar namaz kılmaya koyulur. Namazlarının ardından da Ey Rabbim!.. Canımı secde ederken al beni öldürüp de cesedimi toprak içinde çürütme beni kıyamete kadar secde etmekten mahrum bırakma diye dua eder. Bu böyle tam beş yüz yıl sürüp gider. Nihayet bir gün Yüce Allah (c.c) dileğine uygun şekilde ruhunu teslim alır.
Bundan sonrasını Cebrail (a.s) şöyle anlatıyor:
“Gerçekten biz o ıssız adaya iniş ve çıkışlarımızda gerçek Allah bağlısı mü’mini hep secdeye kapanmış Allah’ı zikrederken gördük. Kıyamet kopup bütün insanlar dirilerek mahşer toplantısına getirildiklerinde onu yine ilahi sırlara dalmış ibadet eder bulacağız. Herkesin bir bir Allah’ın huzuruna çıkarak hesaba çekilirken o da gelecek. Yüce Allah(c.c) ona şöyle seslenecek:
-Ey abid kulum seni yaygın rahmetim sayesinde Cennete sokuyorum buyur gir.
Abid ise şöyle cevap verecek:
-Hayır ey Rabbim!.. Amelim sayesinde Cennete girmeye hak kazandım.
Allah:
- Ey melekler kulumun işlediği ibadet ve amellerle kendisine ihsan ettiğim nimetleri bir bir karşılaştırın.
Abidin amelleriyle Allah’ın kendisine verdiği nimetler karşılaştırılarak ölçü ve tartıya vurulacak. Bir tek gözü beş yüz yıl ibadetlerden ağır basacak. Geri kalan diğer nimetlere karşılık ibadet düşmeyecek.
Ardından Allah:
-Bu kulumu Cehenneme atın, diye emredecek.
Abid:
- Ey Rabbim yanılmışım bağışla. Yaygın rahmetin sayesinde Cennete girebilirim elbette diye haykıracak.
Allah:
- Onu buraya getiriniz.
Abid Allah huzuruna varacak duracak.
Allah:
- Ey kulum söyle bakalım. Seni yoktan kim var etti?
Abid:
- Sen Ey Rabbim!..
Allah:
- Bu var etme olayı senin amelinle mi yoksa benim geniş ve yaygın rahmetimle mi meydana geldi?
Abid:
- Şüphesiz ki senin rahmetinle.
Allah:
- Beşyüz yıl gibi uzun bir süre sana ibadet etme gücünü veren kim? Issız adada seni tatlı suyla hergün narla besleyen kim? Ve yine secde ederken ruhunu teslim alan kim?..
Abid:
- Sensin Ey Rabbim!..
Allah:
- İşte bütün bunlar benim geniş ve yaygın rahmetim sayesinde meydana gelmiştir. Bunları kabul ettikten sonra mesele kalmadı. Şimdi doğru Cennete.
Yüce Allah(c.c) cümlemizi rahmetine bel bağlayarak ibadetini eksiksiz y
|
Allah'ın Emaneti
|
Allah'ı bilmeye yüz delil
|
Allah'ın Beratı
Allah'ın Beratı
Rufaî tarikatına mensup müridlerden biri bir gün kendisine çok güvenerek cezbe halindeyken şöyle dua etti:
- Ya Rabbi Cehennemden azat olduğuma dair bu aciz kuluna bir belge gönder.
Aradan çok geçmedi, gök yüzünden beyaz bir kâğıt geldi. Alıp baktılar ki, kâğıtta hiçbir yazı yok. Kâğıdın geldiğini görerek sevinen o mürid, içinde bir yazı olmadığını görünce çok üzüldü, mükedder bir vaziyette durumu şeyhine anlatmak üzere kâğıdı Ahmed Rufai Hazretlerine götürdü.
Ahmet Rufaî Hazretleri kâğıdı eline alıp bakınca kendinden geçti ve şükür secdesine vararak:
- Ey bari Hûda, sana hamd ü senalar olsun. Bu zayıf kulunun müridlerinden bir kimseye böyle bir berat göndermek şerefine eriştirdin, dedi.
Müridler:
- Efendim dediler. Biz orada bir yazı görmüyoruz, siz ise bu şahsın cehennemden azat olduğunu nasıl anlıyorsunuz? dediler.
O:
- Ey benim müridlerim ve sadık dostlarım, kudret eli siyah yazmaz, siz buradaki yazıyı göremiyorsunuz, bu kâğıdın üzerindeki yazı nurdan kalemle yazılmıştır, buyurdu.
Büyük Dini Hkayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi |
Allah Rızası İçin
Allah Rızası İçin
Ebû Hafs-ı Haddâd, Ebû Bekr-i Şiblî'nin evinde kırk gün misâfir kaldı. Çeşit çeşit yemeklerini yedi. Ayrılıp giderken yanına vardığında;
"Ey Şiblî! Eğer yolun Nişâbur'a uğrarsa, yanıma gel! Misâfirperverlik nasıl oluyormuş, sana öğretirim." dedi.
Şiblî de; "Ben ne yaptım ki?" deyince;
"Başka ne yapacaksın, külfete girerek çeşitli yemekler hazırladın, civanmertlikte bu yoktur. Misâfir gelince öyle davranmalı ki, hizmet ederken üzerine bir ağırlık çökmemeli, gittiği için de ferahlamamalısın! Külfete girdiğinde, gelişi ağır gelir, gittiğinde de rahatlarsın. Böyle ev sâhipliği olmaz." buyurdu.
Bir müddet sonra, İmâm-ı Şiblî kırk arkadaşıyla berâber Nişâbur'a geldi. Ebû Hafs-ı Haddâd'a uğradı. Ebû Hafs-ı Haddâd o gece kırk bir mum yakmıştı. Şiblî bunları görünce;
"Bu ne hâl böyle?" dedi.
Ebû Hafs-ı Haddâd;
"Ne oldu?" buyurdu.
Şiblî;
"Külfete girmeyin, demiştiniz. Bu mumlar ne böyle?" dedi.
Ebû Hafs-ı Haddâd;
"Öyleyse onları söndür." buyurdu.
Şiblî, kalkıp hepsini söndürmeye çalıştı, fakat, birini söndürebildi.
Bunun üzerine Ebû Hafs-ı Haddâd;
"Sizi Allahü teâlâ gönderdi. Ben de Allah rızâsı için kırk mum yaktım. Birini de kendim için yaktım. Benim için olanı söndürdün. Allah rızâsı için olanı söndüremedin. Sen ise Bağdât'ta her yaptığın şeyi benim için yapmıştın. Seninki külfet oldu, benimki ise külfet olmadı." buyurdu.
"Ey Şiblî! Eğer yolun Nişâbur'a uğrarsa, yanıma gel! Misâfirperverlik nasıl oluyormuş, sana öğretirim." dedi.
Şiblî de; "Ben ne yaptım ki?" deyince;
"Başka ne yapacaksın, külfete girerek çeşitli yemekler hazırladın, civanmertlikte bu yoktur. Misâfir gelince öyle davranmalı ki, hizmet ederken üzerine bir ağırlık çökmemeli, gittiği için de ferahlamamalısın! Külfete girdiğinde, gelişi ağır gelir, gittiğinde de rahatlarsın. Böyle ev sâhipliği olmaz." buyurdu.
Bir müddet sonra, İmâm-ı Şiblî kırk arkadaşıyla berâber Nişâbur'a geldi. Ebû Hafs-ı Haddâd'a uğradı. Ebû Hafs-ı Haddâd o gece kırk bir mum yakmıştı. Şiblî bunları görünce;
"Bu ne hâl böyle?" dedi.
Ebû Hafs-ı Haddâd;
"Ne oldu?" buyurdu.
Şiblî;
"Külfete girmeyin, demiştiniz. Bu mumlar ne böyle?" dedi.
Ebû Hafs-ı Haddâd;
"Öyleyse onları söndür." buyurdu.
Şiblî, kalkıp hepsini söndürmeye çalıştı, fakat, birini söndürebildi.
Bunun üzerine Ebû Hafs-ı Haddâd;
"Sizi Allahü teâlâ gönderdi. Ben de Allah rızâsı için kırk mum yaktım. Birini de kendim için yaktım. Benim için olanı söndürdün. Allah rızâsı için olanı söndüremedin. Sen ise Bağdât'ta her yaptığın şeyi benim için yapmıştın. Seninki külfet oldu, benimki ise külfet olmadı." buyurdu.
Allah Rızası
Allah Rızası
Cüneyd-i Bağdadi, birisi ona gelir sorar:
Cüneyd-i Bağdadi, birisi ona gelir sorar:
-İhlâsı kimden öğrendiniz?
-Mekke-i Mükerreme'de harçlıksız kalmıştım. Basra'dan para bekliyordum ama gelmemişti. Saçım sakalım çok uzamıştı. Bir berbere girdim.
- Peşin peşin söyliyeyim param yok, dedim,
- Allah rızası için saçlarımı düzeltebilir misin?
Berber o anda mevki sahibi birini traş etmekteydi. Onu bırakıp bana başladı. Adam itiraz etti.
Berber:
- Kusura bakmayınız efendim. Sizi ücreti mukabilinde traş ediyorum. Ama bu genç Allah rızası için istedi, dedi.
Berber dahasını da yaptı, bana harçlık verdi. Aradan birkaç gün geçti, beklediğim para geldi. Ona bir kese altın götürdüm.
- Asla alamam. İnan Allah'ın rızası daha değerli, dedi.Allah Ne Derse Öyle Olur
Allah Ne Derse Öyle Olur
Çanakkale harbinin devam ettiği günlerde bir Ramazan arefesiydi. Cephe kumandanı Vehip Paşa 9. Tümenin genç imamını çağırarak mahzun bir şekilde istemeye istemeye şöyle dedi:
Çanakkale harbinin devam ettiği günlerde bir Ramazan arefesiydi. Cephe kumandanı Vehip Paşa 9. Tümenin genç imamını çağırarak mahzun bir şekilde istemeye istemeye şöyle dedi:
- Hafız! Yarın Ramazan Bayramı. Asker toplu olarak bayram namazı kılmak istiyor. Ne dediysem, vazgeçiremedim. Ancak böyle bir şey pek tehlikeli, yani düşmanın arayıp bulamayacağı toplu bir imha fırsatı olur. Münasip bir dille bunu etrafa sen anlatıver!...
İmam Efendi, Paşanın yanında henüz ayrılmıştı ki karşısında nur yüzlü bir zat çıktı ve:
- Oğlum sakın ola askerlere bir şey söyleme, gün ola hayr ola. Allah ne derse öyle olur, dedi.
Ertesi sabah herkesi hayrette bırakan ilahi bir tecelli yaşandı. Gökten hevenk hevenk bulutlar indi ve gönlü Allah'a kulluk aşkıyla dopdolu olan mü'min askerlerin üzerini kapladı. Onları dürbünle gözleyen düşman kuvvetleri artık bembeyaz bulutlardan başka bir şey göremez oldu. O sabah bambaşka ve manevi bir heyecan içinde kılınan bayram namazında alınan gür tekbirler dalga dalga semaya yükseliyordu. Nur yüzlü ihtiyar zat Fetih Suresi'nden bir kısım ayetleri tilavet ederken askerlerin gönüllerinden taşan kelime-i tevhid sesleri birer iman sayihası halinde düşman saflarından bile duyulmakta idi. İşte bu esnada İngiliz kuvvetleri arasında büyük bir kargaşa baş gösterdi. Zira çeşitli İngiliz sömürgelerinden kandırılarak toplanıp getirilmiş bulunan bir kısım Müslüman askerler yine kendileri gibi Müslüman bir toplulukla savaştıklarını, işittikleri tekbir ve tevhid seslerinden anlamış ve bunun üzerine isyan etmişlerdi. Ne yapacağını şaşıran zalim İngilizler, onların bir kısmını kurşuna dizdi. Diğerlerini de alelacele cephe gerisine çekmek zorunda kaldılar.
Allah Nasıl Misafir Edilir?
Allah Nasıl Misafir Edilir?
Musa Aleyhisselâmın ümmeti:
Musa Aleyhisselâmın ümmeti:
Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz. Buyursun bir gün misafirimiz olsun. Nemiz varsa ikram etmeye hazırız, dediklerinde Musa Aleyhisselâm, onları azarladı. «Nasıl olur, Allah (haşa) yemekten, içmekten ve mekândan münezzehtir» diyerek bir daha böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tenbihledi. Fakat Musa Kelîmullah Turu Sina'ya çıkıp, bazı münasaatta bulunmak istediğinde, Allah tarafından şöyle nida olundu:
- «Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?»
Musa Aleyhisselâm:
«Ya Rabbi, böyle daveti size gelip söylemekten haya ederim. Nasıl olur, Zatı Ulûhiyetiniz onların söylediklerinden beridir» dedi.
Allah (c.c.):
«Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı geleceğim» buyurdu.
Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar etti, hazırlığa başlandı, koyunlar, sığırlar kesildi. Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası hazırlandı. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne bir padişah, ne bir başka yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı misafir olarak gelecekti. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, akşam üstü uzak yollardan geldiği belli; yorgun argın, üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip:
«Ya Musa! Uzak yollardan geldim, acım, bana bir miktar yemek verin de karnımı doyurayım» dedi.
Hz. Musa:
- Acele etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım. Senin de bir katkın bulunsun. Biraz sonra Allah (c.c.) gelecek, dedi.
Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı vakti oldu, beklenen misafir halâ gelmedi. Sabah oluncaya kadar beklediler, halâ gelen giden yoktu. Neyse ümidi kestiler. Hz. Musa taaccüp içinde idi.
İkinci gün Hz. Musa Tur'a gidip:
- Ya Rabbi, mahcup oldum, ümmetim: «Ya Sen bizi kandırdın, ya Allah sözünde durmadı» diyorlar dediğinde, şöyle hitap olundu:
- Geldim ya Musa, geldim. Açım dedim, beni suya gönderdin, bir lokma ekmek bile vermedin. Beni ne sen, ne kavmin ağırladı.» Bunun üzerine Hazreti Musa Kelîmullah:
- Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu, Allah değildi. Bu nasıl olur? dediğinde Cenabı Allah:
- «İşte ben o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz, beni doyurmuş olacaktınız. Çünkü ben ne semalara, ne yerlere sığarım, ben ancak aciz bir kulumun kalbine sığarım. Ben o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç olarak geri göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz» buyurdu.
Demek ki, Allah için yapılan her şey, bizzat Allah'ın kendisine yapılmış gibi olmakta, Allah o kimseden razı olmaktadır.
Büyük Dini Hikayeler, İbrahim sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi
29 Aralık 2013 Pazar
Allah Mazlumları Zorbalardan Korur
Allah Mazlumları Zorbalardan Korur
İbrahim Aleyhisselam'ın bir kıssası vardı. Bir zaman İbrahim Aleyhisselam, eşi Sare validemizle birlikte Mısır'a gider. O devirde Mısır'da Firavunlar hüküm sürmektedir. Firavun zulümde en zirveye çıkmıştır. Şehrin giriş ve çıkışları kontrol altındadır. Gelen gidenlerin haberleri anında Firavuna bildirilmektedir. Özellikle kadınlara karşı zaafı olan Firavun, gözüne kestirdiği kadını yanında alıkoyuyordu.
Görevliler Sare validemizi alıp, Firavun'a götürmek isterler. İbrahim Aleyhisselam'a sorarlar:
- Bu kadın senin neyindir?
- Bu kadın senin neyindir?
İbrahim Aleyhisselam:
-Benim kardeşimdir, der.
Sonra da Sare validemizin yanına gidince ona bir açıklama getirir:
-Bugün bana senden sordular, ben de seni kardeşim olarak tanıttım. Sana da sorarlarsa beni yalancı çıkartma. Bu memlekette Allah'a inanan ikimizden başka kimse yok. Seninle eş olmanın yanında aynı zamanda iki din kardeşiyiz. Benim onlara kardeşimdir demem, din kardeşliği açısındadır.
Bekledikleri an geldi, Firavun Sare validemizi istedi. Görevli adamların eşliğinde Sare validemiz zorla Firavunun huzuruna çıkarıldı.
Anlama ve idrak kapasitesi zayıf ya da fitne çıkarmaya niyetli bir takım insanlar bu hadiseyi değişik yerlere çekmektedirler. Bir peygamber hanımını yabancı bir insana nasıl gönderirmiş? Hadiseyi baştan sonra akıl gözü ile takip edenler, bu olayda en küçük bir olumsuzluğun olmadığını görecekler. Hatta günümüze birçok dersler de çıkarmak mümkündür. Bu olay hadisi şeriflerde şöyle haber verilmektedir. Sare, Firavunun karşısına çıkar.
Hadisi Şerifte Firavun zorba olarak anlatılmaktadır. Zorba Sare'ye yaklaşmak için oturduğu yerden ayağa kalktı. Sare o sırada zorbadan izin istedi, abdest alıp iki rekât namaz kıldı ve şu niyazda bulundu:
"Ya Rabbim!Sana ve gönderdiklerine iman etmişim. Bu ana kadar kocamdan başkasına karşı ırzımı, namusumu korumuş isem, şu kâfiri üzerime saldırtma, beni ondan koru!"
Firavun da Sare'yı bekliyordu. Namazını kılıp duasını eden Sare validemiz, Firavunun yanına döndü. Firavun kaldığı yerden tekrar yaklaşmaya başladı. Tam o esnada Firavunun ayakları kendini tutmaz oldu, olduğu yere yıkılıp kaldı. Aciz duruma düşen kuş gibi çırpınmaya başladı. Bu durumu gören Sare validemiz endişeye kapıldı, Firavun bu halde ölecek olsa, sorumlu onu tutacaklardı. Sare validemiz yine Rabbine yöneldi:
"Ya Rabbim!
Bu ölürse, benim üzerime atarlar, onu eski haline getir."
Zorba eski durumuna geldi. Ancak Sare'den de vazgeçmemişti. Tekrar Sare validemizin üzerine yürüdü. Sare validemiz bu sefer de izin istedi. Namazını kıldı, duasını yaptı ve aynı hadise cereyan etti. Bu olay üç defa tekrarlandı.
Firavun yaşadıkları karşısında dehşete düştü. Adamlarına emirler verdi:
-Bu kadını aldığınız yere götürün. Bana kadın diye getirdiğiniz şeytanın ta kendisidir. Benden uzak olsun, yanına cariyelerimden birini de verin.
Böylece Sare validemiz, Firavunun zulmünden, tecavüzünden korundu. Bir de yardıma mahzar oldu. Sare eşinin yanına gelince:
-Ey İbrahim! Rabbim beni zorbanın şerrinden korudu, bir de şu cariyeyi bize ihsan eyledi, dedi.
Bunlar Mevla'mızın ayetlerindendir, her bir ayette insana bir mesaj vardır.
Beyan Dergisi, 89.Sayı, Ocak -2007
Firavun da Sare'yı bekliyordu. Namazını kılıp duasını eden Sare validemiz, Firavunun yanına döndü. Firavun kaldığı yerden tekrar yaklaşmaya başladı. Tam o esnada Firavunun ayakları kendini tutmaz oldu, olduğu yere yıkılıp kaldı. Aciz duruma düşen kuş gibi çırpınmaya başladı. Bu durumu gören Sare validemiz endişeye kapıldı, Firavun bu halde ölecek olsa, sorumlu onu tutacaklardı. Sare validemiz yine Rabbine yöneldi:
"Ya Rabbim!
Bu ölürse, benim üzerime atarlar, onu eski haline getir."
Zorba eski durumuna geldi. Ancak Sare'den de vazgeçmemişti. Tekrar Sare validemizin üzerine yürüdü. Sare validemiz bu sefer de izin istedi. Namazını kıldı, duasını yaptı ve aynı hadise cereyan etti. Bu olay üç defa tekrarlandı.
Firavun yaşadıkları karşısında dehşete düştü. Adamlarına emirler verdi:
-Bu kadını aldığınız yere götürün. Bana kadın diye getirdiğiniz şeytanın ta kendisidir. Benden uzak olsun, yanına cariyelerimden birini de verin.
Böylece Sare validemiz, Firavunun zulmünden, tecavüzünden korundu. Bir de yardıma mahzar oldu. Sare eşinin yanına gelince:
-Ey İbrahim! Rabbim beni zorbanın şerrinden korudu, bir de şu cariyeyi bize ihsan eyledi, dedi.
Bunlar Mevla'mızın ayetlerindendir, her bir ayette insana bir mesaj vardır.
Beyan Dergisi, 89.Sayı, Ocak -2007
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)