12 Ocak 2014 Pazar

ÇOK FAYDALI DUALAR

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla DUA.1. Bu Duayı Okuyanın Duası Muhakkak Kabul Olur Okunuşu: La ilahe illallâhü vahdehü la şerike leh, lehül-mûlkü velehül-ham dü ve hûve alâ külli şey'in kadir. Elhamdü lillâhi ve Subhanallâhi ve lâ ilâhe illallâhü vallâhü Ekber. Velâ havle velâ kuvvete illâ billâhil Aliyyil-aziym. " Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.): "Her kim bu kelimelerle duâ eder de günahlarının bağışlanmasını diler veya dünya ve ahireti ile ilgili bir dua ederse duâsi kabul olur ve istediği verilir" buyurmuştur.. DUA.2. Resulullah Efendimiz, İmam Ali (Kerremallahü Vecde hü)'ye soruyor: Sizi, ömrünüzün uzun olmasi sevindirir mi? Sizi, rıskınızın bol olması sevindirir mi? Sizi, sohbette kalmanız sevindirir mi? Sizi, düşmanlarınıza galip gelmeniz sevindirir mi? Sizi, süi hatimeden kurtulmak (son nefeste imanla gitmek) memnun eder mi? Elbette eder. Öyle ise aksam ve sabah su duayı üç defa okuyunuz: ("Sübhânallâhi mil'el mizân ve müntehe'l-ilmi ve meblega'r-rizâ ve zinete'l-arş.") ;Bu duayi her sabah ve aksam üç defa okumaya devam etmelidir. Ömrün uzun ve me'sud olmasi, imanla ölmek, kabir azabindan kurtulmak, Sirat köprüsünden geçmek ve cennete vasil olmaya vesile olur. Mânasi: Mizanin dolusu kadar, ilmin sonu kadar, Allah'in razi olacagi kadar ve arşın agırlıgı kadar, Allah'i (c.c.) tesbih ederim. DUA.3.Büyük hacet Duası.Allâhumme ileyke eş’kû dâ’fe kuvvetiy ve kîllete hiletiy ve hevâniy alennâs; Yâ Erhamerrahimiyn, ente Rabbül müstad’âfiyn; ente erhamu biy min entekileniy ilâ aduvvin bağiydin yetecehhemuniy, ev ilâ sadıykın karîbin mellektehu emrî. İn lem tekûn gadbane aleyye, felâ ubâliy, gayre enne âfiyeteke ev seûliy. Euzü binûri vechikellezi eşrekat lehu zulûmatu ve salâha aleyhi emriddünya vel âhıreti en yenzile bi gadabüke ev yehılle aleyye sehatük; ve lekel utba hatta terda ve lâ havle velâ kuvvete illâ bike. Anlamı.“Allâhım, kuvvetimin yetersiz kaldığını, çaresiz olduğumu, halk nazarında hor hakîr hale düştüğümü görüyorsun. Ya erhamer rahimiyn, zayıf görülüp ezilenlerin Rabbi sensin. Kötü huylu ve kötü tavırlı yabancı düşmanın eline beni terketmiyecek, hatta himayemi ellerine verdiğin akrabadan bir dosta bile beni bırakmayacak kadar Rahimsin.Allah’ım, bana karşı gazablı değilsen; çektiğim eziyet ve belâlara hiç aldırış etmem. Ancak şu da var ki, koruma sahan bunları da çektirmeyecek kadar geniştir. Allâh’ım, gazabına maruz kalmaktan, yahud rızasızlığından, senin bütün zulmeti parıl parıl aydınlatan, dünya ve âhıret hallerinin yegâne selâmete çıkartıcısı olan NUR’u Vechine sığınırım. Allâh’ım rızan olasıya senden affını diliyorum. Havl ve kuvvet ancak seninledir.”

11 Ocak 2014 Cumartesi

Duanın Sınırsız Gücü

Ammar oğlu Mansur bir gün kalabalık bir mü'min topluluğuna yakıcı ve tesirli sözlerle vaaz ediyor, onları aydınlık Allah yolunda mücadele edip son nefeslerine kadar kalmaya davet ediyordu. Dinleyicilerin arasından bir yoksul ayağa kalkarak Ammar'a yaklaştı ve: Çok muhtaç durumdayım, bana dört lira para verirmisiniz? dedi Bunu üzerine kendi cebinde dört lirası bulunmayan Ammar halka dönerek: Ey mü'minler!.. Bu arkadaş dara düşmüş dört lira para istiyor, bende yok. Bu parayı içinizden kim verecek? Verene dört ayrı iyi dua edeceğim, dedi. Caminin bir köşesine sıkışmış bir siyah köle, için için Ammar'dinliyordu. Bir yahudinin kölesiydi. Yanında da sadece topu topu dört lirası bulunmaktaydı. Ayağa dikildi ve: Ey üstadım! Bana dilediğimce dört dua yapman şartıyla; sana dört lira veririm,dedi. Gerçekten de köle dört lirasını Ammar'a verdikten sonra şöyle söyledi: Ey üstat!.. Ben köleyim, efendim de bir yahudi, efendimin Müslüman olması, beni de azad edip hürriyetime kavuşturması için ALLAH'a dua et. Ayrıca ben yoksul bir kimseyim,Allah'a yalvarıpyakar da yaygın lütfuyla bana zenginlik versin. Bir de çok günahkarım. Günahlarımın affı için Allah'a yalvar. Bu dileklerini sıralayıp da parayı Ammar'a teslim eden köle, Ammar'ın da duasını dinledikten sonra evine döndü. Efendisi yahudiyi görür görmez camide geçen olayı kendisine aksetti. Yahudi daima iyiliğini gördüğü ve iyiliğinden başkaca bir harekette bulunmayacağına kesinlikle inandığı imanı bütün kölesinin bu durumu karşısında sevinç gözyaşıları dökmeye başladı ve:' Seni azat ettim. Şu ana kadar ben senin efendin idim. Ama bundan böyle sen benim efendimsin, dedi. Ardından da '' Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedüenne Muhammeden abdühü ve Resûlüh (Görmüş gibi inanırım Allah tan başka İlah Yoktur ve Muhammed O'nun kulu ve elçisidir.) diyerek aydınlık Allah yoluna girdiğini mühürledi. Yeni mümin olmuş Yahudi, kölesini bütün mal ve servetine ortak ettiğini bildirdi ve sözlerini şöyle bağladı: Dördüncü dileğinize gelince o benim elimde olan bir şey değil. Çünkü affetmek ancak Allah' mahsustur. Fakat bana karşı bir kötülüğün oldu ise, ben onu affediyorum. Bu hadise böyle biterken köle gökten yükselen bir ses duydu. Sesin sahibi şöyle diyordu:' 'Her ikinizi de Cehennem ateşinden azad ettim Sizi bütün günahlarınızdan arıttım. Bundan böyle sınırsız yardımım sizinle beraberdir. Müjdeler olsun!"

Dua Edersen

Bir gün Kettânî, namaz kılarken bir hırsız gelip, omuzundaki elbisesini aldı ve satmak için pazara götürdü, ama eli derhal kurudu. Ona; "Senin yapacağın iş, bunu geri verip, sahibinin duasını almandır. Senin için dua ederse, Alla hü te âlâ senin elini iyileştirir" dediler Bunun üzerine hırsız geri geldiğinde, Kettânî hâlâ namazda idi. Aldığı elbiseyi Kettânî'nin omuzuna koydu ve namazını bitirinceye kadar oradan ayrılmadı. Namazını bitirince ayaklarına kapanarak yalvardı ve hâlini anlattı. O zaman Kettânî "Allah'a yemin ederim ki elbisemin ne götürülmesinden, ne de getirilmesinden haberim var." dedi ve; "Allah'ım! O, onu götürmüş ve getirmiş, sen de ondan aldığını geri ver." diye dua edince, hırsızın eli iyileşti.

Beklenen Rüya

Yavuz'un Mısır seferine niyetlendiği günlerdir. Evet Son Abbasi Halifesi Mütevekkilallah'ın gücü yoktur, ancak yine de onu incitmekten çekinir. ıbn-i Kemal Paşa ve Zembilli Ali Efendi, Sultanı iknaya çalışırlar. Evet bu seferin lüzumuna herkesten çok o inanır, ama yine de huzursuzdur. Yemekten içmekten kesilir, uykuyu dağıtır. Sabahlara kadar ibadet eder, buruşuk kağıtlara karışık şekiller çizer. 'Ah!' der, 'Ah bir işaret gelse.' İşte uykusuz geçen bir gecenin ardından Hasan Cana sorar: -Nerelerdeydin? -Azıcık dalmışım efendim. -Öyleyse rüyanı anlat. -Dikkate değer bir rüya gördüğümü hatırlamıyorum. -Olacak iş mi yani, bir insan uyusun da rüya görmesin. iyi düşün görmen lazımdı! Hasan Can çıkar. 'Tuhaf' der, 'Sultan bir işaret bekliyor ama ne?' Tam o sırada bir başka Hasan (Kapıcı başı Hasan Efendi) yaklaşır. 'Ben' der 'garip bir rüya gördüm, ama şimdi bunu nasıl anlatmalı sultana?' Hasan Can onu adeta aparır, koparır, çıkarır Yavuz'a. Sultan 'buyur!' der, o başlar anlatmaya: -Hünkârım akşam çadırınızın önünde nöbetteydim. Bir ara içim geçti. Ya da öyle olduğunu sanıyorum. Zira mekân aynıydı ve ben ayaktaydım. Baktım dört atlı çadıra yaklaşıyor. Hemen davrandım, önlerine çıktım. Güya 'Kimsiniz, necisiniz?' diye sorgulayıp çevirecektim onları. Ancak vuruldum sanki. Dondum kaldım. Atlar çok asildi ve yere basmıyorlardı. Süvariler hem çok heybetli, hem çok sevimliydiler. Bırakın hesap sormayı, eteklerine kapanmak, ellerini öpmek için yanıp tutuşmaya başladım. Esrarengiz ziyaretçiler hünkârımızı sordular. Çadırdan ışık sızıyordu. 'Meşgul olmalı' dedim. Öndeki 'ıyi' dedi, 'Rahatsız etme. Sabahleyin geldiğimizi söylersin. Biz Server-i Kâinatın ashabındanız. Efendimiz Selim Han'a selâm söyledi ve buyurdular ki: Haremeynin hizmeti kendisine verildi!' Ve geldikleri gibi uzaklaştılar. Bir anda ufukta kayboldular. Sancakları ışıklı izler bıraktı. Tam 'bunlar kim ola?' diye düşünüyordum ki bir ses 'Nasıl tanımazsın' dedi. 'Öndeki Hazreti Ebubekir, yanında kiler, Ömer, Osman ve Ali! Radıyallahüanhüm ecmain. Yavuz heyecanlıdır. Rüyayı tek kelimesini kaçırmadan dinler ve nedimine döner. 'Bilir misin Hasan, biz emir olunmadıkça kıpırdamayız. işte şimdi tamam. Artık çıkabiliriz yola.'

Belge Getir

Hz Peygamber'in (s.a.v) soyundan gelen yoksul bir kadın kızlarıyla birlikte Semerkand şehrine göçmüştü. Şehre yeni geldikleri için kimseyi tanımıyorlardı. Önce bir mescide gidip dinlendiler. Anneleri kızlarını mescidde bırakıp yiyecek tedariki için dışarı çıktı. Şehrin valisine başvurdu. Halini ona arz etti. Peygamber soyundan olduğunu söyledi. Kendilerine bir gecelik erzak vermesini istedi. Adam yardım etmeye yanaşmadığı gibi kendisinin yoksul olduğuna ve Peygamber soyundan geldiğine dair bir belge getirmesini istedi. Seyyide, yabancı biri olduğunu, şehirde kendisini kimsenin tanımadığını, dolayısıyla belge getiremeyeceğini söyleyince, vali kendisinden yüz çevirdi ve bir şey vermedi. Bundan sonra kadın bir mecusiye uğradı; durumunu ona anlattı. Mecusi ona inanıp sözlerini doğruladı. Kendileriyle ilgilendi, adamlarından biriyle yiyecek ve eşya gönderdi.Onlara kalacakları bir yer tahsis etti. Bu vali gece rüyasında kıyametin koptuğunu, Resulullah'ın (s.a.v.) yeşil zümrütten büyük bir köşkün yanı başında Livaü'l Hamd sancağının yanında durduğunu gördü. Bu köşkün kime ait olduğunu sordu. Resulullah (s.a.v), tevhid ehli Müslüman bir kimseye ait olduğunu söyledi. Vali, ''Ben Allah'ın birliğine inanan bir müslümanım!'' dedi. Resulullah (s.a.v), Allah'ın birliğine inanan müslüman olduğunu ispatlayacak bir belge getir!'' deyince vali şaşkına döndü. Dehşet içinde uyandı.Akşam yaptığından pişman oldu, ağlayıp saçını başını yoldu. Kalkıp o yoksulları aramaya koyuldu. Mecusinin evinde olduklarını öğrenince gidip onları mecusiden istedi, fakat mecusi onları vermedi. Vali;''Sana bin altın vereyim. Yeter ki onları bana ver'' diye rica edince, mecusi şunları söyledi: Ben ve ailem bunların bereketiyle akşam müslüman olduk. Senin bu gece görmüş olduğun rüyanın aynısını bende gördüm.Resulullah (s.a.v) bana,'Cennetteki bu köşk senin ve ailenindir!'' buyurdu.. Ateşin Yakmadığı aşık, Dilaver Selvi,

8 Ocak 2014 Çarşamba

Başkalarının Kuyusunu Kazanlar

İslâmiyet doğduktan sonra kısa zamanda yayılmaya ve kendine taraftar toplamaya başladı. Bu durum, Arap ileri gelenlerinden imana gelmemiş bulunan bazı kimseleri huzursuz ediyordu. Ebu Leheb ile Ebu Cehil de bunların başında gelmekteydi. Küfür ve inkârın melun bayrağını ellerinden düşürmeyen bu iki kişi büyük bir telaş ve endişeye kapılmışlardı. Çünki İslâmiyet bir gün zafere ulaşırsa, hem ata yadigarı (putperestliklerinden) hem de bir yığın menfaatlerinden olacaklardı. İslâmiyet meselâ Allah'a inanılmasını, içki içilmemesini ve iman eden herkese kardeş gözüyle bakılmasını, aynı zamanda da eşit muamele edilmesini şart koşuyordu. Halbuki İslâm'dan önceki Arapların tüm üçyüz altmış tane putları vardı. Bunlara Allah diye tapıyorlardı. Varlıklı ailelerin sofralarında içki su yerine içilmekteydi. İleri gelen Araplar, fakir ve yoksul olanlara köle gözüyle bakıyordu. Kız çocuğu dünyaya gelenler bunu uğursuzluk sayarak bu masum yavrularını vahşice diri diri gömüyorlardı. İşte İslâmiyet bütün bu vahşilik ve haksızlıklara dur diyordu. Bütün insanları Allah birdir, bayrağının altında toplanmaya çağırıyor ve bu birliğin içine girenleri de hep kardeş olarak ilan ediyordu. Haksızlıkların asla yapanların yanına kalmayacağını bildiriyordu. Boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan hakkını alacağı ilâhi adâletin tecelli edeceği kıyamet hesaplaşmasından söz ediyordu. Bu durum karşısında Arap ileri gelenlerinin çıkarları ve kurulu düzenleri nasıl bozulmaz, nasıl rahatsız olmazlardı. Elbette olurlardı. İslâmiyet'in günden güne artan bir hızla yayılıp güç kazanmasına hele Ebu Leheb ile Ebu Cehil çok içerliyordu. Ne yapıp edip bu dinin ilerlemesine engel olmalıydılar. Onun için de bir sürü plânlar hazırlıyorlardı. Başta iki cihan güneşi sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed'i ortadan kaldırmayı göze almışlardı. Ebu Cehil bir gün şöyle bir tuzak hazırlamıştı: Evine girilen yolun üzerine bir kör kuyu kazdıracak, sonra da bir bahaneyle Hz. Peygamber'i evine çağırarak kör kuyuya düşmesini sağlayacaktı. Nitekim adamlarını toplayarak evin cümle kapısı önünde bir kör kuyu kazmalarını emretti. Kuyu kazılıp üstü de ince tahtalarla kapatıldıktan sonra ince kumlarla belli edilmez bir şekilde iyice örtülür. Lanetlik Ebu Cehil de çok hastayım diye Hz. Peygamber'e haber salar. Adamlarına da Hz. Peygamber (s.a.v.) gelip kuyuya düştükten sonra toprakla üzerini tamamen örterek orada helâk olmasını sağlamalarını emretti: Hastalık haberini alan sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) baş düşmanı olduğunu bile bile belki imana gelir diye hemen Ebu Cehil'in evine koşup geldi. Tam ev kapısının önüne, kör kuyunun yanına yaklaşmıştı ki, karşısına Cebrail (a.s.) çıkarak hazırlanan tuzağı haber verdi ve kendisini içeriye girmekten men etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) hemen geri döndü. Hizmetçilerden durumu öğrenen Ebu Cehil de yatağından kalkarak ardına düştü. Güya neden döndünüz, ey Allah'ın elçisi? Diye soracak ve de gönlünü aldıktan sonra içeri buyur ederek kör kuyuya düşmesini sağlayacaktı. Fakat ne ilginç ilâhi tecellidir ki kör kuyunun varlığını unutarak içine düştü. Evet, boyuna dememişler, başkalarının kuyusunu kazan, kazdığı kuyuya bir gün kendi düşer diye. Kuyu içinde, "imdat kurtarın!" diye acı acı bağırmaya başlayan Ebu Cehil'i kurtarmak için kuyunun başına toplanan adamları ip attılar. Fakat ip yetişmedi. Ebu Cehil ipi bir türlü yakalayamıyordu. Çıkarıp ikinci bir ip ekledikten sonra ikinci defa ip attılar. Üçüncü, dördüncü defa ipi ekleyip saldılar, yine tutmadı. İpi her ekleyip saldıklarında kuyu da devamlı derinleşiyor ve Ebu Cehil de bir türlü ipi yakalayıp da dışarı çıkamıyordu. Baktı ki çıkacağına devamlı dibe doğru inmekte. Bunun üzerine adamlarına seslenerek, "Bana Hz. Peygamber'i çağırın, çünkü beni buradan ancak O kurtarır" diye emretti. Gidip Hz. Peygamber'i çağırdılar. Kuyunun başına gelen sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), "Ey Ebu Cehil!" dedi. "Allah'a ve resûlüne iman edersen seni bu kör kuyudan çıkarırım. Yoksa orada geberip gidersin. Tabii ki çaresizlik içinde kalan Ebu Cehil içinden değil, fakat dilinden evet, diyordu. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) kuyuya elini uzatır uzatmaz Ebu Cehil hemen yakalayarak yeryüzüne çıktı. Orada bulunan herkes şaşırıp kalmıştı. Öyle ya Ebu Cehil'i en uzun iple çıkaramamışlardı da, Hz. Peygamber (s.a.v.) eliyle nasıl çıkarabilmişti. Bu imkânsız gibi bir şeydi. Fakat değildi. Çünkü bu bir mûcize idi. Ama kimlere göre. İman edenlere göre, İman etmeyenlere göre ise sihirdi. Nitekim Ebu Cehil de daha çıkar çıkmaz sevgili Peygamberimize, "Ey Muhammed! Sen büyük bir sihirbazsın" dedi. Gerçekte ise bu hadisenin sihirlik bir tarafı yoktu. O tamamen kuvvet ve kudretine son olmayan Allah'ın peygamberine bahşettiği bir mûcize idi. Hem de başkalarının kuyusunu kazmaktan başka bir işi olmayan kimselerin kendi kazdığı kuyuya kendilerinin düştüğünü gösteren bir mucize. O yüzden sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur. "Mü'min kardeşinin kuyusunu kazan kimse, kazdığı kuyuya er geç kendi düşer." Yüce Allah (c.c.) cümlemizi kendi işiyle uğraşan, başkalarının kuyusunu kazmayan kullarından eylesin, amin

Başını Vermeyen Şehit

Yüz kişilik Osmanlı mücahit gücünün savunduğu Girijkal kalesi (1555 yıllarında) bini aşkın düşmanın saldırısına uğramıştı. Bu savaşta şehit düşen Deli Mehmed isimli bir dervişin macerası da o savaşta bulunan Girijgal kadısı tarafından bir destanla anlatılmıştır. Yaşanmış gerçeği anlatan bu destanın yüz beyit kadarı da Peçevî Tarihi’nde yer almıştır. Usta hikâyeci Ömer Seyfettin ise (ö.1920) bu tarihî hadiseyi Peçevî’den alarak “Başını Vermeyen Şehit” adıyla on beş sayfalık güzel bir hikâye şekline çevirmiştir. Bu dokunaklı hikâyenin can alıcı kısmı özetle şöyledir: “… Kuru Kadı eliyle hisarın kapısını açtı. Girijgal gazileri Allah Allah naralarıyla müthiş bir umman tuğyanı gibi fışkırdılar. İki koldan hücum olunuyordu. Kollardan birine Deli Hüsrev, birine Deli Mehmed baş olmuştu. Deli Mehmed’le Deli Hüsrev’in takımları düşmanı kaçırmamak için iyice sarıyordu. Kuru Kadı cübbesini atmıştı. Elinde kılıç, gazilerin arkasında yürüyordu… Kuru Kadı’nın gözleri Deli Mehmed’i aradı. Bakındı, bakındı, göremedi. Düşman safına karışıp kaynaşan kolun arkasında iri bir vücut yere uzanmıştı. Siyah, yüksek atlı bir şövalye, uzun bir kargıyı bu uzanmış vücuda saplıyordu… Şövalye atından inmiş, kargıladığı şehidin başını teninden ayırmıştı. Bir anda bu kestiği baş elinde, yine bir ifrit gibi şahlanan atına sıçradı. Kaçacaktı. Kuru Kadı bütün kuvvetiyle ona yetişmek için koşarken baktı ki solu ilerisinde Deli Hüsrev kalkanını sallayarak avazı çıktığı kadar bağırıyor: Kuru Kadı: “Vah, Deli Mehmedmiş!” diye olduğu yerde dikildi kaldı. Durur durmaz, o an kırk adım kadar yaklaştığı kesik başlı şehidin yerden fırladığını gördü. Nefesi tutuldu, şaşırdı. Bu başsız vücut uçar gibi koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeye yetişti. Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki, lâin hemen yüksek atından tepesi üstü yuvarlandı. Götürmek istediği baş elinden düştü. Deli Mehmed’in başsız vücudu canlıymış gibi eğildi, yerden kendi kesik başını aldı. Hemen oracığa yorgun bir kahraman gibi uzanıverdi. Bunu Kuru Kadı’dan başka kimse görmemişti. Herkes kaçan düşmanı kovalıyordu.” Ömer Seyfeddin, Seçme Hikâyeler (İstanbul 1993), 1/3-17; Peçevî Tarihi (Ankara 1992), 1/25

Bari Onunla Beraber Yanayım

Bunların arasında zayıf bir bülbül yavrusu vardı. Kendini ateşe atacağı sırada Hak teâlâ, Cebrail aleyhisselama emredip buyurdu ki: - O kuşu tut ve ne dileği olduğunu sor. Cebrail aleyhisselam kuşu tutup istediğini sorunca, kuş dedi ki: Halilullahı ateşe atıyorlar. Madem ki kurtarmaya kâdir değilim, bari onunla beraber ben de yanayım. Hak teâlâ buyurdu ki: O kuşun benden dileği nedir? Bülbül şöyle arz etti. Benim dünyada, Hak teâlânın adını anmaktan başka arzum yoktur. Bin bir ismi olduğunu işittim. Yüz birini biliyorum. Dokuz yüz ism-i şerifini de bilmek isterim. Hak teâlâ kuşun dileğini yerine getirdi. Şimdi sahralarda feryat eden bülbül, Hak teâlânın ismini söylemektedir. Nemrud’un ateşi, İbrahim aleyhisselama gülistan olunca, bülbül gelip gül ağacında nağmeye başladı. O zamandan kıyamete kadar, gül ağacına muhabbet etti, aşık oldu. İbrahim aleyhisselamı ateşe attıkları zaman bütün melekler, vahşi hayvanlar ve kuşlar ağlaştılar ve etrafında toplanıp, İbrahim aleyhisselama bir yardım yapabilmenin çaresini aradılar.

4 Ocak 2014 Cumartesi

Hayırlısını Ver Allahım

Hayırlısını Ver Allahım Kim Allâh'tan korkarsa, Allâh ona bir çıkış yolu ihsân eder ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allâh'a güvenirse O, ona yeter. Şüphesiz Allâh emrini yerine getirendir. Allâh her şey için ölçü koymuştur." (Talak, 2-3) Fatma hanım, sırtına ekin destesini aldı ve düşünceyle ilerlemeye başladı. Birden kayınvâlidesinin sesiyle kendine geldi: "-Kız Fatma çabuk buraya gel. Sarı inek doğuruyor, yardım et!.." Can havliyle sırtındaki destesini indirdi ve ahıra koştu. Aman Yâ Rabbi… Hayvan da olsa, ne kadar acı çekiyordu. Fatma hanım, kayınvâlidesiyle birlikte hayvanın doğum yapmasına yardım ediyordu. Kayınvâlidesi: "-Bir hayli zor olacak galiba!.." dedi. "-Evet zora benziyor. Dana toplu herhâlde." diye mırıldandı Fatma hanım da… Fatma, hayvan acı çekmesin diye şifâ âyetlerini, ardından bildiği bütün sûreleri okumaya başladı. Kayınvâlidesi: "-Deli kız, ineğe de okunur mu?" dedi. Fatma ise: "-Ana bak, çok acı çekiyor, yüreğim dayanmıyor." diye cevap verdi, gözyaşlarıyla... Bir saat zorlu bir çabanın ardından, sarı kızın bir tosunu oldu. Sarı kız hemen şefkatle onu yalayıp kokladı. Fatma'nın bütün merhameti, sanki gözlerinden yaşlarla ılık ılık akıyordu. Kayınvâlidesi: "-Bak, ineğin bile yavrusu oldu. Dört senedir bu kapıdasın, bir torun veremedin kucağımıza!" dedi. Fatma ise: "-Allâh hayırlı evlat versin, ana." dedi. Kayınvâlidesi ise: "-Hayırlı, hayırsız!.. Bir evlâdın olsun. Bizi ele güne dil ettin ya!.." dedi öfkeyle… Fatma, ikindi namazından sonra duâ için secdeye vardı ve: "Rabbim dört yıldır senden hayırlı evlâd istiyorum. Olmuyor Rabbim! Hep hayırlı istiyorum, ben âciz hâlimle nasıl hayırsız bir evlâtla baş edebilirim. Ben kendimi ıslâh edemezken onu nasıl ıslâh edeyim." diye gözyaşlarıyla yıkanan, salavâtlarla taçlanan duâsını bitirdi. Dört kez hâmile kalmış, ama hepsini kaybetmişti. Ve ısrarla "hayırlı evlat ver" diye duâ etti, etti. Birkaç ay sonra rüyasında bir ses: "-Kızım, hayırlı bir kız evlâdın olacak, adını Hediye koy." dedi. O, yine hep "hayırlısını" istedi. Nihâyet Allâh'ın lutf u keremiyle yavrucuğuna kavuştu. İsmini, Ayşe Hediye koydu. Yalnız Ayşe durmadan hasta oluyor, her gece doktora götürüyorlardı. Fatma hanım, geceleri nefes alıyor mu diye sürekli onu dinliyordu. Uyku nedir bilmez oldu. Bir gece yine doktora götürdüler. Doktor: "-Kızım, sen bu çocuğa köyün zor imkânlarında bakamazsın, bünyesi çok zayıf ve hassas, ölür! Benim de yıllardır çocuğum olmuyor onu bana ver!" dedi. Fatma'yı bu teklif iyice bunalttı ve:"-Aslâ!" dedi. Ve çocuğuyla birlikte eve döndüler. O gece, iki rekat hâcet namazı kıldıktan sonra Rabbine yalvardı, duâ etti: "-Rabbim, bu evlât hayırlı olacaksa onu bana nasip edip sevindir. Bende büyüsün, bir yetimle evlendirip onu sevindireyim." diye duâ etti. Seccâdesini toplarken:"-Veren de O, alan da O, bize sadece duâ düşer." dedi. Ayşe, günden güne iyi oluyordu ve gün geçtikçe büyüdü, şirin bir kız oldu. Allah, Fatma hanıma ardı ardına dört evlat daha ihsân etti. O, hep:"-Hayırlı olursa nasip et, hayırsızsa ben nasıl onu ıslâh ederim, ben kendimi bile ıslâh edememişken!.." diye duâ etmeye devam etti;">Ayşe, ilkokulu bitirince Kur'ân Kursuna verdiler. Orada çok başarılıydı. Edebiyle, ahlâkıyla, çalışkanlığıyla kendini sevdirmişti hocalarına. Hocaları hâfızlığa başlatmak için ısrar ediyorlardı. Çünkü hıfzı çok kuvvetliydi. Ayşe ise "ya onun hakkını veremezsem, Rabbimin huzûruna nasıl çıkarım" diye iç hesapları yapıyordu. Ve nasiptir, bu düşünce sebebiyle hıfzına başlamadı. 16 yaşındaydı, güzelliği ve edebi onu akranlarından ayırıyordu. Yaşı küçüktü, ama çok tâlibi vardı. Bir gün bir genç talip oldu, âilesi oldukça varlıklıydı. Diğer taraftan da fakir, anasız babasız bir genç tâlipti: "-Öğretmenlik imtihanlarına girdim. Kazanırsam elimde tek hünerim o… Başkaca verecek hiçbir şeyim yok." dedi. İki taraf için de zaman istediler. Fatma hanım, kızına: "-Ben çok yokluk gördüm, sen görme kızım. Fakir olan çocuk, kendine başkasını bulsun. Seni böyle göz göre göre yokluğa atamam." dedi. Karar verildi. Ertesi gün, zengin gencin âilesine haber verilecekti. Fatma hanım, o gece rüyâsında Kâbe'nin duvarlarını sıvıyordu. Fakir genç de sırtında harç taşıyıp, ona yardım ediyordu. Böylece Kâbe'yi sıvayıp bitirdiler. Uzaktan bir ses duydu: "-Bir yetimi sevindirmek Kâbe'yi inşâ etmek gibidir. Kızım verdiğin sözü unutma, yetimi sevindir. Allâh onu mübârek kılsın.";" Bu sesi tanımıştı. 16 yıl önce yine rüyâda kendine çocuğunun olacağını müjdeleyen sesti. Uyandı ve rüyâsını kızına anlattı. Ayşe ise: "-Anneciğim sen her zaman en hayırlısını istersin, Rabbimden. Bu apaçık bir rüya!.. Rabbim gönül evlerimizi lutfuyla zengin kılsın." dedi;">Kur'ân sadâları içinde düğün yapıldı. Her şeyin en sâdesi seçilmişti evi için... Bir takısı yoktu Ayşe'nin, ama gönlü îmân dolu bir hazineye sahip olduğu için Allâh'a duâ ediyordu. Unutmayalım biz insanoğlu çok âciziz. Neyin hayır, neyin şer olduğunu bilemiyoruz. Âyet-i kerimede buyurulduğu üzere, bazen: "Hayır ister gibi ısrarla şerri istiyoruz." Onun için Rabbimizden, her zaman her şeyin en hayırlısını isteyelim. "Ey Rabbimiz! Bizi Sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de Sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibâdet usûllerimizi göster, tevbemizi kabul et. Zîrâ, tevbeleri çokça kabul eden ve çok merhametli olan ancak Sen'sin." (Bakara, 128) <

2 Ocak 2014 Perşembe

Bana Bir Deve Ver

Bana Bir Deve Ver İslam devletinin başında Hak ve adalet Güneşi Hazret-i Ömer (Radıyallahü Anh) vardı. O Ömer ki, Nebiler Sultanı'nın ifadesiyle "Cennet ehlinin kandilidir." O Ömer ki, İslam'ın kilidi, adalet tahtının eşsiz sultanıydı. Bir gün onun huzuruna bir bedevî geldi. Denize batmışın yağmurdan haberi olmadığı gibi, bedevînin de devlet işinden haberi yoktu: - Ey acizlerin mededkârı dedi, ben çöl adamıyım. Devem çölde hastalanıp kaldı, çoluk çocuğumun rızkı da onun üzerinde. Bana bir deve ver de köyüme gideyim!.. Cenab-ı Faruk (Radıyallahu Anh) onu dinledi. Dinledi ama sözüne de inanmadı: - Sen, dedi, benden deve almak için böyle söylüyorsun.. Sana deve yok.. Haydi işine!.. Kılı kırk yaran Hazret-i Ömer, her isteyene bir deve verecek olsa, devletin hazinesi ne olur? İşi tetkik etmek, eğriyi, doğruyu bilmek gerekti... Yine Ömer mes'ul, hiç değil kimse!. Hakikati gören insan, birine zulmettiğinde o zulmü aslında kendi nefsine yaptığını bilir de zulümde ısrar etmez... O garip adam artık Ömer'in ateşinde ısınmak, pınarından su içmek istemedi. Hemen izi üstüne dönüp çölün yolunu tuttu. Hem kızgın taşlar üstünden bir ceylan gibi sekerek gidiyor, hem de gönül gönül titreyerek bir şiir okuyordu. Şiir arabın suyu ekmeğiydi.. Ne var ki, adalet tahtının sultanı Cenab-ı Ömer de o garibin peşine düşüvermişti.. Güneş gibi mülk elde etmek herkesin karı değildi. Denize dalan her dalgıç hazine bulamaz. Tahta oturup saltanat süren her sultan da adalet terazisini tam tutamaz... Hazret-i Ömer (Radıyallahu Anh), o basiret nuruna gark olan büyük halîfe şimdi yolları eline dolamıştı. Belki de bedevî doğru söylemiştir, diyordu, onu geriden takip edeyim de yolundaki cefa dikenlerini kaldırayım... Tabiî ki bedevinin Ömer'den haberi yoktu. Fakat gönül yuvasında îman kuşu çırpınıyordu. Halîfeye kızacağı yerde acıyor, merhamet ediyor, onun için Cenab-ı Hakk'ın dergahına yüz tutup hıçkırıyordu: - Ey Allahım, ey benim Kerîm Mabudum! Ömer'e müracaat ettim, halimi bildirdim. Ne var ki, o bana inanmadı. Bu hareketinden dolayı günah işledi. Onu bağışla, ona merhamet buyur!.. Bedevînin gönül denizi merhamet dalgalarıyla gürül gürül çağlıyor, Ömer için mağfiret talebinde bulunuyordu. Çünkü o bir Asr-ı Saadet müslümanı idi. Aşk-ı İlahînin kokusu gönül toprağına sinmiş, Cenab-ı Muhammed'in havuzundan su içmişti.. Hazret-i Ömer (Radıyallahu Anh), bedevînin gönül deryasından dökülen incileri duyuverince bulut gibi ağlamağa, neyler gibi inlemeye başladı. Sıcak kumlar üstünde nefes nefes koşarak haykırdı: - Allahım, Allahım, duasını kabul et!.. O din sultanı, îman ayağım kayar da kötüler defterine kaydolurum diye koşarak gayret kanadını açtı... Yetişip bedevînin eteklerinden tuttu. Sarmaşıkların söğüt dallarını tel tel sıkması gibi onu kucakladı, alnından öptü de dedi ki: Merhaba ey şeker huylu er, merhaba ey arştan!.. Şimdicek sana inandım, beni bağışla, bir değil, ihtiyacın kadar deveyi benden al!... İşte müslümanın müslümana merhameti... Merhamet etmeyene merhamet edilir mi? Ey topraktan yaratılan insan!... Kanadı kırık serçenin yarasını sar ki, senin iman kanadına da merhem koyan olsun... Acizlerin duasına mazhar ol ki, onların inleyişi Arş'ı titretir. Suyu kuruyan ırmağın kuğulara bir faydası yoktur. Sen ırmak gibi akamıyorsan da çeşme gibi gözünün yaşını akıt ki, acizler testilerini doldursunlar... Allah için bir boncuk ver, ona mukabil bir avuç inci al... Ey iki gözünü dünyaya dikmiş, ona gönül bağlamış adam, Allah tarafına meylet ki, dünyalar ardınca sürüklensin... Zira: Dünya aç gözlülerin paylaşılmaz malıdır, İnsan ondan çok değil, bir miktar almalıdır!.. Mustafa Necati Bursalı

Balina Ziyafeti

Balina ZiyafetiAshab-ı Kiram'dan Cabir r.a. Hazretleri anlatıyor: Rasulullah s.a.v. bizi bir müfreze (askeri birlik) ile göndermişti. Başımıza da Ebu Ubeyde'yi komutan tayin etmişti. Kureyş'e ait bir kervanı ele geçirmekle vazifeliydik. Azık olarak da bize bir dağarcıkta hurma verilmişti. Başka azığımız yoktu. Ebu Ubeyde, bize birer tane hurma veriyordu. - O bir hurmayı ne yapıyordunuz? diye sorulunca dedi ki: - Çocuğun emmesi gibi o hurmayı ağzımızda tutup emiyorduk. Sonra da üstüne su içiyorduk. Bu bize bir gün bir gece yetiyordu. Değneğimizle ağaç yapraklarını çırparak, düşen yaprakları su ile ıslatıp yiyorduk. Böylece yolumuza devam ettik. Deniz kıyısına vardık. Deniz kıyısında büyük bir kum tepesi gibi bir şeyin yükseldiğini gördük. Yanına vardığımızda kıyıdaki şeyin anberbalığı (balina) denen hayvan olduğunu gördük. Ebu Ubeyde önce:> - Bu leştir, dedi. Sonra da şunu söyledi: - Hayır. Biz Rasulullah s.a.v.'in elçileriyiz ve Allah yolundayız. Zaruret haline düştük. Bundan yiyiniz. Biz yaklaşık bir ay boyunca o hayvanın etiyle geçindik. Üçyüz kişiydik ve şişmanlamıştık. Hayvanın göz çukurundan testilerle yağ alıyorduk, öküz büyüklüğünde et parçaları koparıyorduk. Ebu Ubeyde bizden onüç kişiyi alıp hayvanın göz çukuruna oturtmuştu. Kaburga kemiklerinden birini alıp yere dikti; sonra en yüksek deveyi binicisiyle onun altından geçirdi. Bu hayvanını etinden pastırma yapıp azık ettik. Medine'ye geldiğimiz zaman Rasulullah s.a.v.'in yanına vardık. Bu durumu kendisine anlattığımızda dedi ki: - O, Allah'ın size çıkarıverdiği bir rızıktır. Yanınızda onun etinden bize yedireceğiniz bir şey var mı Biz de getirdiğimiz etlerden bir miktarını Rasulullah s.a.v.'e gönderdik, O da etten yedi.

Azap Melekleri ve Günahkar Genç

Azap Melekleri ve Günahkar Genç Mahşerde bir genç, Allah Teala'dan aman dilemiş. Günahı pek çokmuş. Melekler, onu cehenneme atmak için koşmuşlar. Fakat yüce ihsan sahibi Hakim-i Teala, ona yaran olmuş. Melekler tam onu yakaladıkları sırada, "Neden bu genci cehenneme sürüklüyorsunuz?" diye bir hitap gelmiş. Onlar şöylece cevap vermişler: "Onu cehenneme atmak için sürüklüyoruz." Bunun üzerine yene Allah Teala'dan bir hitap gelmiş. “Şaşılacak şey doğrusu. Biz onunlayız ama siz bunu duyamazsınız. Biz ikimiz beraberiz ve beraber olmaya devam edeceğiz." Melekler bu sözü hakikaten de duymamışlar. Böyle bir lütfü görmemişler. Fakat bu sözün heybetinden hepsi susmuş, titremiş ve kendilerinden geçmişler Allah Teala, gence yeniden, “Ey pejmürde! bu hale düştün de sürünüp durmaktasın? Kendine gel! Kaç onlardan!" diye hitap etmiş. Genç demiş ki: “Ya rabbi! Böyle bir yerde ne yapabilirim? Bu ovanın ne başı var, ne sonu. Böyle bir kıyametten nasıl kurtulurum? Buradan bir kaçış yolu yok ki?” Allah Teala, "Ey sarhoşluk batağına düşen kimse!" diye hitap etmiş. "Gel, bize kaç! Bize kaçarsan onlardan kurtuldun demektir." Genç, "Bende bu kudret yok. Elimde çaresizlikten başka bir şey kalmadı. Senin lütfun imdadıma yetişmedikçe, senin sır perdelerin beni gizlemedikçe buradan kurtulamam" demiş. Bunun üzerine Allah Teala, onu keremiyle örtmüş. Kıyametteki mahlukattan gizlemiş. Devletiyle onu sırlar makamına ulaştırmış, vuslat yurduna eriştirmiş. Melekler, kendilerine geldiklerinde orada o genci birr hayli ara­mışlar ama bulamamışlar. Allah Teala’ya,, "O günahkar ne oldu, nereye gitti? Yoksa beka aleminde fenaya mı erişti? Cenneti dearadık, cehennemi Fakat bir türlü onu göremedik. Elimizden kaçırdık gitti. Ya rabbi, onun nereye gittiğini sen bilirsin! Eğer bunu bizeL söylemezsen mahvoluruz" diye seslenmişler, Allah Teâlâ, “Bu bizim hikmetlerimizdendir. O, bizim himayemizde artık. Bizim huzurumuzda yer edindi kendine. Artık onunla işiniz yok. Bu işi bir o, bir biz biliriz. Siz aradan çekilin artık!” diye hitap etmiş. Ey kardeşim! Allah bir kişiye inayet eder, yar olursa artık araya hiç ağyar girebilir mi? Allah insana önce doğru yolu buldurmak için inayet eder. Peygamberi bir güneş kılaraktan alemi aydınlatır. Allah inayetiyle seni has kullarından eyledi mi tüm kusurlarından kurtulursun. Sana cemalini gösterir. Böylelikle de işin, gücün yalnızca onu seyretmek olur. Feridüddin Attar, İlahiname, Semerkand Yayınları, 2007<

Ayakkabının Çamuru

>Ayakkabının Çamuru Bâyezîd-i Bistâmî yağmurlu bir havada Cumâ namazına gitmek için evinden çıktı. Sağnak hâlde yağan yağmur, yolu çamur hâline getirmişti. Yağmur bitinceye kadar bir evin ihâta duvarına dayandı. Çamurlu ayakkabılarını duvarın taşlarına sürerek temizledi. Yağmur yavaşlayınca câmiye doğru yürüdü. Bu sırada aklına bir mecûsînin duvarını kirlettiği geldi ve üzülerek; "Onunla helâlleşmeden nasıl Cumâ namazı kılabilirsin? Başkasının duvarını kirletmiş olarak nasıl Allahü teâlânın huzûrunda durursun?" diye düşündü ve geri dönüp o mecûsînin kapısını çaldı. Kapıyı açan mecûsî; "Buyrun bir arzunuz mu var?" diye sorunca; "Sizden özür dilemeye geldim." dedi. Mecûsî hayretle; "Ne özrü?" diye sordu. O da;"Biraz önce duvarınızı elimde olmadan çamurlu ayakkabılarımı temizlemek maksadıyla kirlettim. Bu doğru bir hareket değil. Yağmurun şiddeti bu inceliği unutturdu." deyince, Mecûsî hayretle; "Peki ama ne zararı var? Zâten duvarlarımız çamur içinde. Sizin ayağınızdan oraya sürülen çamur bir çirkinlik veya kabalık meydana getirmez." dedi. Bâyezîd-i Bistâmî; "Doğru ama, bu bir haktır ve sâhibinin rızâsını almak lâzımdır." dedi. Mecûsî; "Size bu inceliği ve insan haklarına bu derece saygılı olmayı dîniniz mi öğretti?" diye sorunca; "Evet dînimiz ve bu dînin peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm öğretti." dedi Mecûsî; "O hâlde biz niçin bu dîne girmiyoruz?" diyerek kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu.<

Ateşperest Rahibin Cömertliği

Ateşperest Rahibin Cömertliği Allah dostlarından Mübarek'in oğlu Abdullah anlatıyor: Yıllardan bir yıl Kabe'ye yaptığı ziyaretlerden birinde Hz. İsmail'in makamına girmiş ve orada uyuya kalmıştım. Uyurken sevgili Peygamberimizi rüyamda gördüm. Bana şu emri veriyordu: "Hac ibadetini sona erdirip memleketin Bağdad'a döndüğünde falan mahalledeki ateşperest rahibini ziyaret et ve ona benden selam söyle. Ve ona Yüce Allah'ın kendisinden hoşnut olduğunu müjdele." Bu sözleri söyledikten sonra Peygamber (sav) uykumdan kayboldu. Artık sesini duyamadım. Bir aralık uyandım. "La havle velâ kuvvete illâ billahil aliyyil azim (Kuvvet ve kudret ancak yüce ve ulu Allah'ındır.)" diyerek bu rüya şeytanın vesvesesi olsa gerek dedim. Abdest aldım. Kabe'yi tavaf ettim. Tekrar uyku bastı. Yine rüyamda aynı emri üç defa tekrarlayan sevgili Peygamberimizi gördüm. Bu defa rüyanın rahmani olduğuna kanaat getirmiştim. Hac ziyaretimi bitirip Bağdad'a dönünce ilk işim Peygamberimizin emanetini yerine getirmek üzere ateşperest rahibinin ziyarete varmak oldu. Yaşlı adama önce şu soruyu sordum: "Siz ateşperest rahibisiniz değil mi? Ben seni günahkar bir putperest bilir ve Cehennemlik olacağına inanırdım. Senin Allah'ın hoşnutluğuna kazanacak amelin var mı? Ateşperestin "evet var" diyerek soruma karşılık verdiği cevaplar beni büsbütün şarşırtmıştı. Putperest rahip yıllarca insanlara kendi sapık dininin dolambaçlı yollarını göstermiş bir dini liderdi. Dört kızıyla dört oğlunu birbirleriyle evlendirmişti. Bunların düğün cemiyetlerini yaparken mecusi halka büyük ziyafetler çekmişti. En güzel bir kızıyla da kendisine denk bir erkek bulamadığı için bizzat kendi evlenmişti. O gece öyle dillere destan bir ziyafet düzenlemişti ki binlerce mecusi bir bir evine akın etmişlerdi. Bütün bunları hayır yaptım diyerek söyleyen ateşperest rahibin bu hareketleri dinimizce yasaktı. Onun müşrik mantığına uygundu, ama İslam'da kötülüklere başlık etmek, zina, dolandırıcılık gibi en ağır ve yasak hareketlerdi. Bu defa rahibe, iyice düşünüp taşınarak daha başka iyiliklerini ortaya dökmesini söyledim. Nihayet son olarak şu iyiliğini dile getirdi: Bir akşam karımda odamda yatıyordum. Kapım çalındı, içeriye müslüman bir komşu kadın girdi. Ocağını tutuşturmak için elindeki lambayı, yanmakta olan kandilimden yakmak için geldiğini söyledi. Lambasını yakıp kapıdan çıkarken söndürdü ve tekrar yakmak üzere odama döndü. Aynı hareketi birkaç kere daha tekrarlayınca kadından şüphelenmeye başladım. Aklıma kötü şeyler gelmeye başladı. Acaba kadının elindeki lamba kapıya çıkınca rüzgar tarafından gerçekten söndürülüyor mu idi; yoksa kadın tekrar tekrar girebilmek için bir bahane mi icad ediyordu? Acaba bu kadın benim neler yaptığımı gözleyen ve evimin içinde birşeyler arayan bir casus mudur, diye düşünmeye başladım. Anlaşılan kadın da şüphelendiğimi, içime kurt düştüğünü sezmiş olacak ki sonuncu seferinde yanan lambasını iyice koruyup sönmesine engel olarak kapımdan çıktı ve evinin yolunu tuttu. Bir defa içime endişe düşmüştü, ben de gizlice odamdan çıkarak kadını izlemeye başladım. Evinin kapısına varınca kadın içeri girdi. İçeriden küçüçük çocukların dinmeyen ağlayışları arasında annelerine "açız açız yemek ver bize." diye yalvardıklarını duydum. Kadın da çaresizlik içinde çocukları ile birlikte hüngür hüngür ağlıyordu. Kapıyı vurarak içeri girdim. Kadın beni karşısında görünce önce şaşa kaldı ve arkasından ziyaretimin sebebini sordu. Üst üste dönüp lamba yakmasından şüphelendiğim için gizlice peşinden geldiğimi, ağlama seslerini duyunca da içeri girdiğimi söyledim. Sözlerim bitince kadın derinden bir iç çekerek bana şu sözleri söyledi. "Yetim yavrularımla birlikte günlerden beri açız, buna rağmen günlerden beri bağrıma taş basıyor ve Allah'tan başkası önünde el açmanın küçüklüğüne katlanamıyordum. Fakat bugün sana gelirken sabrım iyice tükenmişti. Çocuklarıma birşeyler istemeye kararlıydım. Ama bir türlü cesaret edip halimi sana açamadım. Bu şaşkınlık ve çaresizlik içinde kapı ile odan arasında dönüp durdum. Lambanın sönmesini de utangaçlığıma bahane ettim." Kadının bu sözleri bana çok tesir etmişti. Hemen eve gittim. Hazırda ne bulduysam alıp getirdim ve zavallı dula verdim. Kadının yüzüm gülümsemeye başladı ve yemeklik bir şeylerin eve girdiğini anlayan yetim yavruların çığlıkları da biraz hafifledi. Az önce içinden yaslı ağlayışlar yükselen evin kederi dinmiş yerine neşeli bir hava esmeye başlamıştı. O anda dara düşmüş komşunun sıkıntısına geçici olarak da olsa çare buldum diye içimde anlatılmaz derecede sevinç duydum." Sözünün burasında rahibe "yeter söylediklerin bana kafidir." diyerek sözünü kestim. İki cihan güneşi Peygamberimizin (sav) bizim gözümüze, ebedi Cehennem'lik bir kafirden başka değer taşımayan bir ateşperest rahibine neden selam gönderdiğini iyice anlamıştım. Daha önce putperest olan rahibin putperestliği yüzünden cehennemlikten sonradan müslüman olan komşuya yapmış olduğu yardımıyla Allah'ın hoşnutluğunu kazanır. Hak dini olan İslamiyyeti kabul ettiğinden dolayı böyle bir evliyanın, Peygamberimizin (sav) tavsiyesiyle ziyarete gelmesini hak etmiş, böylece değerli Müslümanların safhasına katılmış olur. İnsanlığa ömrü boyunca merhamet ve yardımseverliği öğretmeye çalışan yüce Peygamberimiz (sav) rahibin komşusuna gösterdiği yakınlığı pek beğenmişti. Yüce Allah (cc) cümlemizi komşularını yakından gözeten, sıkış anlarda onların yardımlarına koşmayı vazife bilen kullarından eylesin, Amin!...

Ateşperest Komşu

Ateşperest Komşu Ahmed bin Harb hazretlerinin Behram adlı ateşperest bir komşusu vardı. Bu komşu bir defâsında ticâret için bir yere mal gönderdi. Yolda hırsızlar mallarını alıp kaçtılar. Ahmed bin Harb durumu haber alınca, yanındakilere; "Haydi komşumuza gidelim. Başına gelen bu hâl için üzülmemesini söyleyip onu teselli edelim. Her ne kadar ateşe tapıyorsa da komşumuzdur." dedi. Behram'ın evine gelince, kendilerini hürmetle karşıladı ve çok saygı gösterip ikramlarda bulundu. O günlerde çok kıtlık olduğundan bir şeyler yemek için gelmiş olabileceklerini de düşünerek ayrıca yemek hazırlamak istedi. Bunu gören Ahmed bin Harb hazretleri; "Zahmet etmeyiniz. Malınızın çalındığını duyduk. Üzülebileceğinizi düşünerek, halinizi, hatırınızı soralım diye geldik." buyurdular. Behram; "Evet öyledir, ama bunda üç şeye şükretmem lâzım oluyor: Birincisi, başkaları benden çaldılar, ben başkalarından çalmadım. İkincisi, malımın yarısını aldılar, diğer yarısı bende kaldı. Ya hepsini alsalardı. Üçüncüsü, din bende kaldı, dünyâyı aldılar." dedi. Bu sözler Ahmed bin Harb'in pek hoşuna gitti ve yanındakilere; "Bu sözleri yazın. Bundan îmân kokusu geliyor." dedi. Sonra Behram'a; "Niçin ateşe tapıyorsun?" diye sordu. Behram: "Ona tapıyorum ki yarın beni yakmasın, kendisine yakmak için odun verdim ki beni Allahü teâlâya ulaştırsın." cevâbını verdi. Ahmed bin Harb: "Çok yanılıyorsun. Ateş zayıftır. Ona tapmakla hesaptan kurtulmak mümkün değildir. Bir çocuk, bir avuç su atsa ateşi söndürür. Bu kadar zayıf bir şey başkasına nasıl kuvvet verebilir? Bir parça toprağı bile kendinden atamaz. Seni Allah'a nasıl kavuşturur? Ateş câhildir. Bir şey bilmez, yakarken misk ile necaseti ayıramaz. Hepsini aynı anda yakar ve hangisinin daha iyi olduğunu bilmez. Sen ki, yetmiş senedir ona tapıyorsun. Ben de ömrümde bir kere ona tapmadım. Gel ikimiz de elimizi ateşe sokalım. Seni koruyup korumadığını gör." buyurdu. Behram ateş getirdi. Ahmed bin Harb hazretleri elini ateşe sokup bir saat kadar bekledi. Eli hiç yanmadı ve acımadı. Bu hâli gören Behram çok şaşırdı, kalbinde bir değişme hissederek: Size dört şey soracağım. Cevaplarını verirseniz îmân edeceğim." dedi. Ahmed bin Harb "Sor." buyurdu. Behram dedi ki: "Allahü teâlâ, insanları niçin yarattı? Mâdem ki yarattı niçin rızık verdi? Mâdem ki rızık verdi. Niçin öldürdü? Mâdem ki öldürdü. Niçin diriltecek?" Ahmed bin Harb şöyle cevap verdi: "Allahü teâlâ kendini tanımaları için insanları yarattı. Razzâk, ziyâdesiyle rızık verici olduğunu bilsinler diye onlara rızık verdi. Kahhâr olduğunu anlamaları için onları öldürür. Kudretini tanımaları için onları tekrar diriltir. Behram bunları duyunca; "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlühü." diyerek müslüman oldu.

Ateş Lazım Oldu

Ateş Lazım Oldu Abbasi'lerin ünlü halifesi Harun Reşid zamanında yaşamış olan Behlül Dana (VIII. yüzyıl) dönemin evliyasındandı. Zaman zaman aklından zoru olan kimselere has tavırlar takınır, herkes de bundan dolayı kendisini deli sanırdı. Ama bunu maksatlı yapardı. Behlül Dana hazretleri daima Harun Rediş'in yakınında bulunur, çeşitli sebepler hasıl ederek onu uyarırdı. Bir gün Behlül Dana hazretleri, üstü başı toz toprak içinde uzun bir yolculukan gelmiş olmanın belirtileri ile Harun Reşid'in huzuruna çıktı. Harun Reşid sordu: - Be ne hal Behlül, nereden geliyorsun? - Cehennemden geliyorum ey hükümdar. - Ne işin vardı cehennemde? - Ateş lazım oldu da ateş almaya gittim. - Peki, getirdin mi bari? - Hayır efendim getiremedim. Cehennemin bekçileriyle görüştüm, onlar " Sanıldığı gibi burada ateş bulunmaz, ateşi herkes dünyadan kendisi getirir" dediler.

AT HIRSIZI

At Hırsızı Bir hırsız geceleri at çalıp satardı. Ömrünü böyle hebâ ederdi. Bir defâsında da, bulunduğu şehrin en büyük âlimi ve evliyâsının atını çalmak için ahırına girmişti. Tam atı çözüp götüreceği sırada, ahırın duvarı yarılıp, içeriye bir nûr yayıldı. Bu nûr içinde, iki nûr yüzlü zât gözüktü. Hırsız bu hali görünce, kendini hemen at gübrelerinin arasına atıp gizlendi. Korku ve telaş içinde boğazına kadar gübre içine gömüldü. Bu sırada yarılan ahırın diğer duvarından daha parlak bir nûr gözüktü. Bu nûr arasında da, o zamânın kutbu, en büyük velîsi olan ev sâhibi çıktı. Öncekiler onu görünce hürmet göstererek selâm verdiler. Ev sâhibi diğerlerine niçin geldiklerini sorunca; Falan evliyâ arkadaşımız vefât etti. Onun yerine kimi tâyin edeceğiz? Size arzetmek istedik, dediler. atların sâhibi olan zât; Onun yerine, at hırsızını tayin ettik, dedi. Soran iki zât da evliyâ olup ricâl-ülgayb denilen velîlerden idiler. At hırsızlığı yapmaya gelen kimsenin, gübreler arasına gömülüp saklandığını biliyorlardı. Hemen yanına varıp, onu gübreler arasından çıkardılar, gönlünü alıp, tebrik ederek kucakladılar. Atların sâhibi ve zamânın kutbu evliyâ zâtın da yanına gelip, elini öptüler. Sonra hep birlikte vefât eden arkadaşlarının cenâzesini kaldırmaya gittiler. Abdullah-ı İlâhî, sohbetinde bulunanlara bunu anlattıktan sonra şöyle dedi: Şimdi at hırsızlığı yapmaya giden kimse, nasıl bir çalışma yaptı da ricâlül-gayb denilen evliya arasına girdi? diye bir sûal hâtıra gelmesin. Çünkü o zavallının gübreler arasında mahcûbiyetinden ne kadar zorluk ve ne kadar pişmanlık çektiği bellidir. Kurtuluş yolu kalmadığını kesinlikle anlayınca, at çalmak üzere harama yönelişinden dolayı bütün kalbiyle pişmân olup, o zamana kadar yaptığı işlere öyle bir tövbe etti ki, işlediği kötü işlerden gönlü temizleniverdi. Allahü teâlâya yönelip riyâzet çeken kimseler, onun o anda yaptığı tövbeyi nice seneler yapamaz."<

1 Ocak 2014 Çarşamba

ŞİİR Hayatta Öğrendim

HAYATTAN... *Geniş ve rahat olmayı öğrendim... Ölümün dışında hiç bir şey göründüğü kadar önemli ve acil değil... *Coşkulu ve neşeli olmadığım zaman, bunun hiç kimsenin suçu olmadığını ve gülümsemem gerektiğini öğrendim... *Cesur olmayı; değilsem bile öyle davranmayı öğrendim... Nasıl olsa, aradaki farkı kimse anlamıyor... *Cazibemle 15 dakika idare edebildiğimi, ama ondan sonra mutlaka bilmem gereken bir şeyler olduğunu öğrendim... *Hiç kimsenin sır saklamadığını öğrendim!... Çünkü herkes, "birine söylemek ihtiyacı" hissediyor... *Yanıtını bilmediğim ve emin olmadığım konularda "Bilmiyorum" demenin daha faydalı olduğunu öğrendim... *Ağzımı kapalı tuttuğumda, fazla hata yapmadığımı öğrendim!... *Başarıya çıkan bir "asansör" olmadığını, tırmanmak gerektiğini öğrendim... *İnsanların bana sadece, -benim izin verdiğim şekilde- davranabildiklerini öğrendim... *Kıskançlığın, mutluluğun düşmanı olduğunu ve "mutlu olmak için başkalarına güvenme"nin sonsuza kadar hayal kırıklığı getirdiğini öğrendim... *İnsanların kendinden daha az başarılı insanlarla, başarısını; mutsuz insanlarla da mutluluğunu konuşmaması gerektiğini öğrendim... *Başkaları için olumsuz düşünüp acımasız ve kırıcı olanların, aslında güçsüz kimseler olduğunu ve sevgiyi sadece güçlü insanLarın bildiğini öğrendim... *İnsanlara artık kızmıyorum... Çünkü, hayatlarında hataları, sorunları, mutsuzlukları olan insanların, karşılarındakileri kendi yerlerinde görmeye çalıştıklarını öğrendim... *"Ben bu hatayı nasıl yaptım?" demek yerine, en mükemmel düşünenlerin bile hata yapabileceğini; önemli olanın, ders alıp yinelememek olduğunu ve yeni hatalardan daha az zararlı çıkmayı öğrendim... *Hayattaki en önemli çözümün, neyin "önemli" olduğuna karar verip gerisini çöpe atmak olduğunu öğrendim... *BENİ ELEŞTİREN, BANA BİR ŞEYLER SÖYLEME YETİSİNİ KENDİNDE BULANLARA , "CEVAP VERMEME"Yİ ÖĞRENDİM... ÇÜNKÜ BU TARTIŞMA, HİÇ BİR ZAMAN BİTMEYECEKTİR.. *Sadece "ders almak" için arkama bakmayı, sadece "yüksek sesle düşünebilmek" için sorunumu bir başkasına anlatmayı öğrendim... "Çözüm" için değil... *"İmkânsız" diye bir şey olmadığını, çok istediğimde imkansızı elde edebildiğimi, asıl savaşı kazanabilmek için "küçük çarpışmaları kaybetmeyi" göze almayı öğrendim... *Zamanı ve sözleri, dikkatsizce kullanmamayı öğrendim... Çünkü geri alamıyorum... *Ne kadar çaba harcarsam harcayayım, bazılarının mutsuzluk için her zaman bir "neden" bulabildiğini öğrendim... ARTIK ÇABALAMIYORUM! *Önemli olan şeyin, başkalarının benim hakkımda ne düşündükleri değil; benim kendim hakkındaki düşüncelerim olduğunu öğrendim... Kendimi yargılıyorum... *"Affetmek ve Unutmak"... Eğer güçlüysen başarabildiğini ve kin tutmanın beni rahatsız ettiğini öğrendim... *Nerede ve ne şartlarda olursa olsun, yaşadığım yeri güzelleştirmeyi öğrendim... *Sürekli "BEN DÜRÜSTÜM, BEN DOĞRUYU SÖYLÜYORUM, SEN FARKLISIN" diyenlerden kuşkulanmayı öğrendim!... *Durum ne kadar vahim olursa olsun, soğukkanlılığımı yitirmemeyi, gülümsemeyi; her şeyi negatif ve kötü düşünen, mutsuz olan insanlardan ayrı kalmayı öğrendim... *Beni kızdıran birine cevap vermeden önce, 10 saniye düşünmeyi, nefes almayı ve kendime sakinleşmek için zaman tanımayı öğrendim... *Bugünkü her üzüntümün ve her acımın, benim yarınki mutluluğumu hazırladığını öğrendim... *Yapmak istediklerimden asla vazgeçmemeyi, büyük düşlerin gerçeklerden daha güçlü olduğunu ve "başarmanın en kısa yolu" olduğunu öğrendim... *"Kaybedecek neyim var?" demek yerine , yaşadığım her şeyde "kazanacak çok şeyim var!" demeyi öğrendim... *Hayatı, gereğinden fazla ciddiye almamayı öğrendim... *En önemlisi de, kendime gülmeyi, kendimle eğlenmeyi, kendimi sevmeyi öğrendim! HEPSİNİ ÖĞRENEMESEMDE,ÖĞRENEBİLDİKLERİMİN VE UYGULAYABİLDİKLERİMİN BENİM İÇİN EN GÜZEL,VE EN VEFALI DOST OLDUĞUNU ÖĞRENDİM

AHIR GÜBRESİ MUHAFAZASI VE UYGULANMASI

AHIR GÜBRESİ MUHAFAZASI VE UYGULANMASI

Ahır gübreleri, tarihin ilk çağlarından beri, bitkisel üretimi artırmak için kullanılmıştır. Ahır gübreleri biryandan bitkilerin gelişmesi için lazım olan besim maddelerini sağlarken, diğer yandan da toprağın yapısını tarım için en uygun hale getirirler. Ahır gübrelerinin bitkilere sağladığı besin elementleri bakımından ticari gübreler gibi tek yönlü değildir. İçerisinde birçok besin elementleri bulundurmaktadır. Bu dersinizde ahır gübresi nedir, nasıl oluşur faydaları nelerdir, nasıl muhafaza edilmelidir bunları göreceğiz. Ahır gübresinin kıymetini bilelim, kullanalım ve bol ürün alalım.

AHIR GÜBRESİ
Ahır hayvanlarının sıvı ve katı dışkıları ile yataklıklarının karışımında oluşan artıklar ahır gübresi olarak adlandırılır. 

BESİN MADDELERİ
Hayvanlar yedikleri yemlerdeki besin maddelerinin ancak % 45'inden yararlanabilirler, yemdeki bitki besin maddelerinin yarısından fazlası dışkı ile ahır gübresine geçer. Böylece ahır gübreleri içerdikleri besin maddelerinden dolayı bitkiler için zengin bir besin maddesi deposudur.

BESİN MADDELERİNİN OLUŞUMU NELERE BAĞLIDIR?
Ahır gübresinin içindeki bitki besin maddelerinin oluşumu aşağıdaki faktörlerle bağıntılıdır. - Hayvanın cinsine ve yaşına - Hayvana yedirilen yemin miktarı ve besin değerine - Hayvanların yemden yararlanma durumuna - Hayvanların gördüğü işe - Kullanılan yataklığın cins ve miktarına - Gübrenin saklanma tekniği gibi faktörlere bağlıdır. Şimdi bu saydığımız faktörleri sırasıyla inceleyelim.

HAYVANIN CİNS VE YAŞI 
Ahır gübrelerinin içerdikleri bitki besin maddeleri; dışkının alındığı hayvanların türüne göre büyük farklılıklar gösterir. Koyun ve tavuktan elde edilen ahır gübrelerinin besin maddesi miktar ve çeşidi sağır ve beygirden elde edilenlere göre daha yüksektir. Bu kıyaslamayı aşağıdaki tabloyu inceleyince daha iyi anlayacaksınız. Hayvanların cinsine göre, ahır gübresi içindeki bitki besin maddeleri dağılımı
Genç hayvanlar kendi kemik yapılarını ve kas yapılarını geliştirmek için fazla miktarda fosfor, potasyum, kalsiyum gibi besin maddelerine ve proteinlere ihtiyaçları vardır. Ve bu besin maddeleri ile proteinleri kendi gelişmeleri için kullanırlar. Bu nedenle genç hayvanlardan elde edilen ahır gübreleri azot, fosfor, potasyum ve kalsiyum gibi bitki besin maddeleri açısından, yaşlı hayvanlardan elde edilen gübrelere göre daha düşüktür. 

YEMİN BESİN DEGERİ 
Besin değeri yüksek yemlerle beslenen hayvanlardan elde edilen ahır gübrelerinin bitki besin maddesi değeri, daha yüksektir.

HAYVANIN GÖRDÜĞÜ İŞ
Süt veren ineklerden süt verme dönemlerinde elde edilen ahır gübrelerinin, içindeki bitki besin maddesi miktarı, kurudaki zamanlarına göre daha az azot, fosfor ve potasyum gibi bitki besin maddelerine sahiptir. Çünkü, süt inekleri, süt verebilmek için yemden fazlası ile yararlanmak zorundadırlar. Besi sığırları ve süt ineklerinden elde edilen ahır gübrelerinin içinde bulunan azot besin maddesi bakımından bir farklılık bulunmamasına rağmen, Besi sığırlarından elde edilen ahır gübresi süt sığırından elde edilen ahır gübresine göre fosfor ve potasyum besin maddesi bakımından daha zengindir.

KULLANILAN YATAKLIĞIN CİNS VE MİKTARI 
İyi bir ahır gübresi elde edebilmek için mutlaka yataklık kullanılmalıdır. Ahırlarda kullandığımız yataklık hayvanın idrarını emerek yıkanmasını ve sıvı dışkı kaybını önler. Eğer yeterli miktarda yataklık kullanırsak sıvı dışkı kaybı hiçbir zaman söz konusu değildir. Yataklık kullanımı ile amonyum ve gübrenin yitirilmesine engel oluruz. Organik maddeleri ve bitki besin maddelerini ahır gübresine verir. Gübrenin değerini korumanın en iyi şekli yeterli yataklık kullanmaktır.

GÜBRENİN MUHAFAZA EDİLMESİ 
Önemi:
Ahır gübresinin bitkilere faydalı olabilmesi için içinde bulundurduğu Karbon/Azot oranı büyük önem taşımaktadır. Mesela taze sığır dışkısında yataklıkla birlikte bu oran 60 karbona karşı bir azot, (60/1) beygir dışkısında 40 karbona karşı bir azottur. (40/1) Halbuki iyi bir gübrede bu oranın sığır dışkısında 15/1 beygir dışkısında 20/1 olması gerekmektedir. Ahır gübrelerinde bu karbon/azot oranı değeri küçüldükçe, bu gübrelerden bitkiler daha iyi yararlanırlar. Ahır gübresi taze halde toprağa verilirse bu taze gübrenin içindeki karbon/azot oranı büyük olduğundan bitki bu gübreden yararlanamaz.Gübre toprakta kurur ve atıldığı yerde çürümeden kalır. Gübrenin bitkiye faydalı olabilmesi için olgunlaştırılarak bu karbon, azot oranının küçültülmesini sağlamak gerekmektedir. Bunu sağlamakta iyi bir muhafaza ile mümkündür. Muhafaza:
Ahır gübrelerinin tarlaya verilinceye kadar geçen zaman içerisinde gübre değerini kaybetmeden muhafaza edilmesi en önemli konulardan bir tanesidir. Ahır gübresinin muhafazası iki şekilde yapılır. A. Ahır içerisinde muhafaza B. B. Ahır dışında muhafaza şimdi bunların nasıl yapıldığını görelim.
A. Ahır gübresinin ahır içerisinde muhafaza edilmesi:
Ahırda muhafaza, gübrenin değerini koruma bakımından en iyi korumu şeklidir. Ahırda muhafazada, hayvanlar sürekli olarak ahır gübresinin üzerinde gezindiklerinden, ahır gübresi ve yataklık iyice sıkışır. bu sıkışma sunucu havasız koşullar oluşur. Ahır gübresinin ayrışması havasız koşullarda gerçekleştiğinden, içindeki organik madde ve azot kaybı en aza iner. Gübre ahırın içinde olduğu için yağmur almaz ve dolayısıyla da yıkanma olmaz. Yıkanma olmadığı içinde besin maddelerinin kaybı söz konusu değildir. Ancak ahır gübresinin bu şekilde ahır içerisinde muhafaza edilmesi hayvan sağlığı açısından iyi değildir. Çünkü ahır gübresinin ayrışması sırasında açığa çıkan amonyak, kükürtlü hidrojen gibi gazlar ahırın havasının bozulmasına neden olur. Buna bağlı olarak da hayvanların sağlığı bozulur. Kötü kokulu gazlar, süt hayvanlarının sütünün temizliğini ve kalitesini olumsuz etkiler. bu koşullarda elde edilen sütler, hem çabuk bozulur hem kötü kokar. Ahır gübresinin ahır içerisinde muhafazası süt inekçiliği ve besicilikte hiç tavsiye edilmez. Ama koyun ve keçi ağıllarında rahatlıkla uygulanabilir. B. Ahır gübresinin ahır dışında muhafaza edilmesi:
Ahır gübresinin ahır dışında muhafazası da iki şekilde yapılır. 1 . Dağınık olgunlaştırma 2. Toplu olgunlaştırma
1. Dağınık olgunlaştırma:
Ahırdan alınıp, ahır dışındaki gübreliğe dikkatsizce, gelişi güzel yığılan gübrelerin bekletilmesi işlemidir. Böyle gelişi güzel ve dağınık olarak atılan gübrelerin olgunlaşması gübrenin her kısmında aynı olmaz. Bu tip gübre yığınlarının alt kısımlarının ıslak ve sulu olmasına rağmen üst kısımları gevşek ve kurudur. Böyle gelişigüzel yığılan gübre yığınlarının üst kısmında havalı ayrışma, alt taraflarında ise havasız ayrışma meydana gelecektir. Bu durumda gübre istenildiği gibi olgunlaşmayacağı gibi gübreden gaz halinde azotun kaybolması da söz konusudur.
2. Toplu olgunlaştırma:
Toplu olgunlaştırmada ahırdan çıkarılan taze gübre gübrelikte, toplu ve muntazam bir şekilde muhafaza edilir. Toplu olgunlaştırma soğuk ve sıcak olmak üzere iki şekilde yapılır.
a. Soğuk olgunlaştırma
Soğuk olgunlaştırmada; ahırdan çıkarılan ve gübreliğe getirilen ahır gübresi gübrelikte iyice sıkıştırılır. Sıkıştırırken gübrenin yeteri kadar nemli olması gerekmektedir. Eğer sıkıştıracağımız gübre kuru ise önce ıslatılmalı sonra sıkıştırılmalıdır. Ahır gübresinin olgunlaşması havasız koşullarda oluştuğundan, bu gübre yığınının ısısı pek yükselmez. Sıkıştırma nedeniylede gübre yığının içerisine gübre içindeki besin maddelerinin yıkanmasına yol açabilecek suyun sızması önlenmiş olur.
b. Sıcak Olgunlaştırma
Sıcak olgunlaştırmada; Ahırdan çıkarılan ve gübreliğe getirilen gübre önce yaklaşık 60 cm'lik bir tabaka halinde sıkıştırılmadan bırakılır. Böylece gübrenin olgunlaşması havalı koşullarda oluşur. Yığının ısısı kısa sürede 70 °C ye yükselir. Gübrenin içindeki bakterilerin yardımı ile gübre yanmaya başlar. Daha sonra bu gübre yığınını ıslatıp sıkıştırılır. Gübrenin sıkışması ile bu sefer havasız şartlarda olgunlaşmayı sağlayan bakteriler çalışmaya devam ederek yanmayı tamamlar. Buraya kadar gübrenin muhafaza şekillerini vermeye çalıştık şimdide ahır gübresinin muhafazasında kullandığımız gübreliğin taşıyacağı özellikler nelerdir onları görelim. 

GÜBRELİĞİN ÖZELLİKLERİ
-Gübrelik gübrenin ahırdan kolaylıkla taşınabilmesi için ahırın yanında olmalıdır. -Gübrenin serin kalabilmesi için kuzey tarafa yapılmalıdır. -Gübreliğin büyüklüğü; hayvan sayısı, hayvandan elde edilen gübre miktarı ve gübrenin gübrelikte bekletilme süresi gözönünde tutularak belirlenmelidir. (bir büyükbaş hayvanın 12 aylık gübresini muhafaza etmek için yaklaşık S-8 m3 yere ihtiyaç vardır.) -Gübreliğin tabanı, sıvı ifrazatın toprak altına sızmasını önleyecek şekilde yapılmalıdır. mümkünse beton, aksi takdirde sıkıştırılmış kil üzerine taş döşemek suretiyle yapılmalıdır. -Gübreliğin tabanı toprak seviyesinden 50 cm derinde ve şerbet kuyusuna doğru hafif meyilli olmalıdır. -Şerbet kuyusu ise gübreliğin taban seviyesinden 60-70 cm daha aşağıda olup; üzeri bir kapak ile kapatılmalıdır.

AHIR GÜBRESİNDE MEYDANA GELEN KAYIPLAR 
Hazırlanan ahır gübresi, gerekli önlemler alınıp korunmazsa tarlaya verilinceye kadar geçen süre içerisinde, organik madde ve bitki besin maddeleri bakımından büyük kayıplara uğrar. Bu kayıplar nasıl olur? Bu kayıplar, gübrenin içindeki bitki besin maddelerinin sıvı dışkı ile uzaklaşması, yağmur ile yıkanması ve gaz şekline dönüşüp uçması şeklinde olur.

AHIR GÜBRESİNDE MEYDANA GELEN KAYIPLARIN ÖNLENMESİ 
Kayıpları önlemek için ne yapmalıyız - Ahır içerisinde mutlaka yataklık kullanılmalıdır. Çünkü yataklık hayvan idrarını tutarak yıkanma yoluyla kayıpları önler, amonyak kaybını engeller. Yataklık içinde bulunan organik madde ve bitki besin maddelerini gübreye verir ve gübrenin kullanımını kolaylaştırır. - Olgunlaştırma sırasında ahır gübresindeki mevcut azotun kaybını önlemek için ahır gübresine jıbbs, CaCl2, Ca(No3)2 gibi koruyucu maddeler katılabilir. - 1 ton ahır gübresine 30-35 kg normal süper Fosfat eklemek suretiyle hem gübredeki azot kaybını engellemiş oluruz, hem de gübrenin fosfor değerini artırmış oluruz. - Ahır gübresinin muhafazası sırasında mümkün olduğu kadar havasız şartlarda, sıkıştırılmış olarak olgunlaştırılması sağlanmalıdır. Böylece azot ve organik madde kaybı yarı yarıya azalır. - Kayıpları önlemek için, ahır gübresi fazla yağış alan alanlarda üstü kapalı olarak muhafaza edilmelidir. Az yağış alan yerlerde ise rüzgar tutmayan, oldukça yüksek bir yerde ve iyice sıkıştırılmış yığın halinde muhafaza edilmelidir. Buradaki gübrenin üzerine ince bir toprak tabakası veya organik maddece zengin bir örtü tabakası ile kapatılmış olarak muhafaza edilmelidir. - Kayıpların önlenmesi ve ahır gübresinin korunmasını sağlamak için gübreliğin yukarda da belirttiğimiz gibi uygun olması gerekir. 

AHIR GÜBRESİNİN KULLANIMI
NE ZAMAN NEKADAR NASIL kullanmalıyız.
Ahır gübresinin tarlaya verilmesi için en uygun mevsimler ilkbahar ve Sonbahardır. Kullanılacak ahır gübresi miktarı da genellikle dönüme 2- 4 tondur. Ahır gübresi özellikle az yağış alan bölgelerde ve ağır bünyeli topraklarda Sonbahar mevsiminde uygulanır. Çok yağış alan bölgelerde ve kumlu topraklarda ise ilkbahar aylarında gübreleme yapılır. İçerisinde fazla sap bulunan olgunlaşmamış gübreler bahar ekiminden az önce toprağa atıldıkları takdirde fayda yerine zarar verirler. çünkü olgunlaşmamış gübre ve içinde saplar toprakta derhal çürümeye başlar, bu esnada çoğalan bakteri dediğimiz küçük canlılar topraktaki bitkiye yarayışlı besin maddelerini tüketirler. Ve gelişmekte olan bitkilerin faydalanmasına engel olur. bu sakıncayı yok etmek için ahır gübrelerinin güz mevsiminde toprakla karıştırılmaları, ve baharda ise çapa bitkilerinin ekilmesi en uygunudur.
Resim 2. Tarlada dağıtıma hazır gübre.

Ahır gübresinden organik madde ve besin maddeleri kaybını önlemek için, tarlaya atılır atılmaz pullukla toprak altına gömülmelidir. Eğer bu işlem yapılmazsa attığımız gübrenin tarlada bekletilme süresi ve şekline bağlı olarak gübre değerinden çok şey kaybeder.
Resim 3. Tarlaya atılmış ahır gübresi


AHIR GÜBRESİNİN FAYDALARI
Ahır gübrelerinin bitkilerin gelişmesi ve toprağın yapısına olan faydalarını görelim. - Ahır gübresinin kullanılması ile toprağımızın su tutma kapasitesi artar. Toprağın su geçirgenliği iyileşir. Böylece ahır gübresi atılan topraklarda suyun toprak yüzeninden akıp gitmesi ve buharlaşmasına engel olunur. Su toprak yüzeyinden akarken tarıma elverişli toprakları da götüreceğinden toprağın tarlamızda kalmasını sağlar. Bu durum erozyonun son derece büyük zararlar verdiği ülkemiz toprakları için gerçekten çok önemlidir. - Ahır gübresi toprağın kolay tava gelmesini sağlar ve işlenmesini kolaylaştırır. - Ahır gübresi kullanılan ince yapılı ve kumlu topraklarda toprak parçacıklarının birbirine bağlanmasını sağlar. Ağır killi topraklarda ise toprağın gevşemesini ve toprak içeride boşlukları artırır. Her iki durumda da toprağı bitki gelişimi için daha iyi bir yapı kazandırır. - Ahır gübresinin en önemli özelliklerinden biriside zengin mikro- organizma kaynağı olmasıdır. 1 gram sığır dışkısında 60 ila 137 milyar bakteri bulunmaktadır. Toprağa katılan ahır gübresi, topraktaki mikro- organizma sayısını ve etkinliğini artırır. Böylece bitkilerin gelişmesi için çok yararlı olan, topraktaki faaliyetleri artırır. - Ahır gübresi yapısı nedeniyle toprağın havalanmasını uygun hale getirir. Yine ahır gübresi toprakta var olan ve bitkilerin kullanamadığı bazı besin maddelerini bitkiler için faydalı hale getirir. - Ahır gübresi bitkilerin gelişmesi için lazım olan besin maddelerini, doğrudan toprağa sağlar