12 Ocak 2014 Pazar

ÇOK FAYDALI DUALAR

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla DUA.1. Bu Duayı Okuyanın Duası Muhakkak Kabul Olur Okunuşu: La ilahe illallâhü vahdehü la şerike leh, lehül-mûlkü velehül-ham dü ve hûve alâ külli şey'in kadir. Elhamdü lillâhi ve Subhanallâhi ve lâ ilâhe illallâhü vallâhü Ekber. Velâ havle velâ kuvvete illâ billâhil Aliyyil-aziym. " Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.): "Her kim bu kelimelerle duâ eder de günahlarının bağışlanmasını diler veya dünya ve ahireti ile ilgili bir dua ederse duâsi kabul olur ve istediği verilir" buyurmuştur.. DUA.2. Resulullah Efendimiz, İmam Ali (Kerremallahü Vecde hü)'ye soruyor: Sizi, ömrünüzün uzun olmasi sevindirir mi? Sizi, rıskınızın bol olması sevindirir mi? Sizi, sohbette kalmanız sevindirir mi? Sizi, düşmanlarınıza galip gelmeniz sevindirir mi? Sizi, süi hatimeden kurtulmak (son nefeste imanla gitmek) memnun eder mi? Elbette eder. Öyle ise aksam ve sabah su duayı üç defa okuyunuz: ("Sübhânallâhi mil'el mizân ve müntehe'l-ilmi ve meblega'r-rizâ ve zinete'l-arş.") ;Bu duayi her sabah ve aksam üç defa okumaya devam etmelidir. Ömrün uzun ve me'sud olmasi, imanla ölmek, kabir azabindan kurtulmak, Sirat köprüsünden geçmek ve cennete vasil olmaya vesile olur. Mânasi: Mizanin dolusu kadar, ilmin sonu kadar, Allah'in razi olacagi kadar ve arşın agırlıgı kadar, Allah'i (c.c.) tesbih ederim. DUA.3.Büyük hacet Duası.Allâhumme ileyke eş’kû dâ’fe kuvvetiy ve kîllete hiletiy ve hevâniy alennâs; Yâ Erhamerrahimiyn, ente Rabbül müstad’âfiyn; ente erhamu biy min entekileniy ilâ aduvvin bağiydin yetecehhemuniy, ev ilâ sadıykın karîbin mellektehu emrî. İn lem tekûn gadbane aleyye, felâ ubâliy, gayre enne âfiyeteke ev seûliy. Euzü binûri vechikellezi eşrekat lehu zulûmatu ve salâha aleyhi emriddünya vel âhıreti en yenzile bi gadabüke ev yehılle aleyye sehatük; ve lekel utba hatta terda ve lâ havle velâ kuvvete illâ bike. Anlamı.“Allâhım, kuvvetimin yetersiz kaldığını, çaresiz olduğumu, halk nazarında hor hakîr hale düştüğümü görüyorsun. Ya erhamer rahimiyn, zayıf görülüp ezilenlerin Rabbi sensin. Kötü huylu ve kötü tavırlı yabancı düşmanın eline beni terketmiyecek, hatta himayemi ellerine verdiğin akrabadan bir dosta bile beni bırakmayacak kadar Rahimsin.Allah’ım, bana karşı gazablı değilsen; çektiğim eziyet ve belâlara hiç aldırış etmem. Ancak şu da var ki, koruma sahan bunları da çektirmeyecek kadar geniştir. Allâh’ım, gazabına maruz kalmaktan, yahud rızasızlığından, senin bütün zulmeti parıl parıl aydınlatan, dünya ve âhıret hallerinin yegâne selâmete çıkartıcısı olan NUR’u Vechine sığınırım. Allâh’ım rızan olasıya senden affını diliyorum. Havl ve kuvvet ancak seninledir.”

11 Ocak 2014 Cumartesi

Duanın Sınırsız Gücü

Ammar oğlu Mansur bir gün kalabalık bir mü'min topluluğuna yakıcı ve tesirli sözlerle vaaz ediyor, onları aydınlık Allah yolunda mücadele edip son nefeslerine kadar kalmaya davet ediyordu. Dinleyicilerin arasından bir yoksul ayağa kalkarak Ammar'a yaklaştı ve: Çok muhtaç durumdayım, bana dört lira para verirmisiniz? dedi Bunu üzerine kendi cebinde dört lirası bulunmayan Ammar halka dönerek: Ey mü'minler!.. Bu arkadaş dara düşmüş dört lira para istiyor, bende yok. Bu parayı içinizden kim verecek? Verene dört ayrı iyi dua edeceğim, dedi. Caminin bir köşesine sıkışmış bir siyah köle, için için Ammar'dinliyordu. Bir yahudinin kölesiydi. Yanında da sadece topu topu dört lirası bulunmaktaydı. Ayağa dikildi ve: Ey üstadım! Bana dilediğimce dört dua yapman şartıyla; sana dört lira veririm,dedi. Gerçekten de köle dört lirasını Ammar'a verdikten sonra şöyle söyledi: Ey üstat!.. Ben köleyim, efendim de bir yahudi, efendimin Müslüman olması, beni de azad edip hürriyetime kavuşturması için ALLAH'a dua et. Ayrıca ben yoksul bir kimseyim,Allah'a yalvarıpyakar da yaygın lütfuyla bana zenginlik versin. Bir de çok günahkarım. Günahlarımın affı için Allah'a yalvar. Bu dileklerini sıralayıp da parayı Ammar'a teslim eden köle, Ammar'ın da duasını dinledikten sonra evine döndü. Efendisi yahudiyi görür görmez camide geçen olayı kendisine aksetti. Yahudi daima iyiliğini gördüğü ve iyiliğinden başkaca bir harekette bulunmayacağına kesinlikle inandığı imanı bütün kölesinin bu durumu karşısında sevinç gözyaşıları dökmeye başladı ve:' Seni azat ettim. Şu ana kadar ben senin efendin idim. Ama bundan böyle sen benim efendimsin, dedi. Ardından da '' Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedüenne Muhammeden abdühü ve Resûlüh (Görmüş gibi inanırım Allah tan başka İlah Yoktur ve Muhammed O'nun kulu ve elçisidir.) diyerek aydınlık Allah yoluna girdiğini mühürledi. Yeni mümin olmuş Yahudi, kölesini bütün mal ve servetine ortak ettiğini bildirdi ve sözlerini şöyle bağladı: Dördüncü dileğinize gelince o benim elimde olan bir şey değil. Çünkü affetmek ancak Allah' mahsustur. Fakat bana karşı bir kötülüğün oldu ise, ben onu affediyorum. Bu hadise böyle biterken köle gökten yükselen bir ses duydu. Sesin sahibi şöyle diyordu:' 'Her ikinizi de Cehennem ateşinden azad ettim Sizi bütün günahlarınızdan arıttım. Bundan böyle sınırsız yardımım sizinle beraberdir. Müjdeler olsun!"

Dua Edersen

Bir gün Kettânî, namaz kılarken bir hırsız gelip, omuzundaki elbisesini aldı ve satmak için pazara götürdü, ama eli derhal kurudu. Ona; "Senin yapacağın iş, bunu geri verip, sahibinin duasını almandır. Senin için dua ederse, Alla hü te âlâ senin elini iyileştirir" dediler Bunun üzerine hırsız geri geldiğinde, Kettânî hâlâ namazda idi. Aldığı elbiseyi Kettânî'nin omuzuna koydu ve namazını bitirinceye kadar oradan ayrılmadı. Namazını bitirince ayaklarına kapanarak yalvardı ve hâlini anlattı. O zaman Kettânî "Allah'a yemin ederim ki elbisemin ne götürülmesinden, ne de getirilmesinden haberim var." dedi ve; "Allah'ım! O, onu götürmüş ve getirmiş, sen de ondan aldığını geri ver." diye dua edince, hırsızın eli iyileşti.

Beklenen Rüya

Yavuz'un Mısır seferine niyetlendiği günlerdir. Evet Son Abbasi Halifesi Mütevekkilallah'ın gücü yoktur, ancak yine de onu incitmekten çekinir. ıbn-i Kemal Paşa ve Zembilli Ali Efendi, Sultanı iknaya çalışırlar. Evet bu seferin lüzumuna herkesten çok o inanır, ama yine de huzursuzdur. Yemekten içmekten kesilir, uykuyu dağıtır. Sabahlara kadar ibadet eder, buruşuk kağıtlara karışık şekiller çizer. 'Ah!' der, 'Ah bir işaret gelse.' İşte uykusuz geçen bir gecenin ardından Hasan Cana sorar: -Nerelerdeydin? -Azıcık dalmışım efendim. -Öyleyse rüyanı anlat. -Dikkate değer bir rüya gördüğümü hatırlamıyorum. -Olacak iş mi yani, bir insan uyusun da rüya görmesin. iyi düşün görmen lazımdı! Hasan Can çıkar. 'Tuhaf' der, 'Sultan bir işaret bekliyor ama ne?' Tam o sırada bir başka Hasan (Kapıcı başı Hasan Efendi) yaklaşır. 'Ben' der 'garip bir rüya gördüm, ama şimdi bunu nasıl anlatmalı sultana?' Hasan Can onu adeta aparır, koparır, çıkarır Yavuz'a. Sultan 'buyur!' der, o başlar anlatmaya: -Hünkârım akşam çadırınızın önünde nöbetteydim. Bir ara içim geçti. Ya da öyle olduğunu sanıyorum. Zira mekân aynıydı ve ben ayaktaydım. Baktım dört atlı çadıra yaklaşıyor. Hemen davrandım, önlerine çıktım. Güya 'Kimsiniz, necisiniz?' diye sorgulayıp çevirecektim onları. Ancak vuruldum sanki. Dondum kaldım. Atlar çok asildi ve yere basmıyorlardı. Süvariler hem çok heybetli, hem çok sevimliydiler. Bırakın hesap sormayı, eteklerine kapanmak, ellerini öpmek için yanıp tutuşmaya başladım. Esrarengiz ziyaretçiler hünkârımızı sordular. Çadırdan ışık sızıyordu. 'Meşgul olmalı' dedim. Öndeki 'ıyi' dedi, 'Rahatsız etme. Sabahleyin geldiğimizi söylersin. Biz Server-i Kâinatın ashabındanız. Efendimiz Selim Han'a selâm söyledi ve buyurdular ki: Haremeynin hizmeti kendisine verildi!' Ve geldikleri gibi uzaklaştılar. Bir anda ufukta kayboldular. Sancakları ışıklı izler bıraktı. Tam 'bunlar kim ola?' diye düşünüyordum ki bir ses 'Nasıl tanımazsın' dedi. 'Öndeki Hazreti Ebubekir, yanında kiler, Ömer, Osman ve Ali! Radıyallahüanhüm ecmain. Yavuz heyecanlıdır. Rüyayı tek kelimesini kaçırmadan dinler ve nedimine döner. 'Bilir misin Hasan, biz emir olunmadıkça kıpırdamayız. işte şimdi tamam. Artık çıkabiliriz yola.'

Belge Getir

Hz Peygamber'in (s.a.v) soyundan gelen yoksul bir kadın kızlarıyla birlikte Semerkand şehrine göçmüştü. Şehre yeni geldikleri için kimseyi tanımıyorlardı. Önce bir mescide gidip dinlendiler. Anneleri kızlarını mescidde bırakıp yiyecek tedariki için dışarı çıktı. Şehrin valisine başvurdu. Halini ona arz etti. Peygamber soyundan olduğunu söyledi. Kendilerine bir gecelik erzak vermesini istedi. Adam yardım etmeye yanaşmadığı gibi kendisinin yoksul olduğuna ve Peygamber soyundan geldiğine dair bir belge getirmesini istedi. Seyyide, yabancı biri olduğunu, şehirde kendisini kimsenin tanımadığını, dolayısıyla belge getiremeyeceğini söyleyince, vali kendisinden yüz çevirdi ve bir şey vermedi. Bundan sonra kadın bir mecusiye uğradı; durumunu ona anlattı. Mecusi ona inanıp sözlerini doğruladı. Kendileriyle ilgilendi, adamlarından biriyle yiyecek ve eşya gönderdi.Onlara kalacakları bir yer tahsis etti. Bu vali gece rüyasında kıyametin koptuğunu, Resulullah'ın (s.a.v.) yeşil zümrütten büyük bir köşkün yanı başında Livaü'l Hamd sancağının yanında durduğunu gördü. Bu köşkün kime ait olduğunu sordu. Resulullah (s.a.v), tevhid ehli Müslüman bir kimseye ait olduğunu söyledi. Vali, ''Ben Allah'ın birliğine inanan bir müslümanım!'' dedi. Resulullah (s.a.v), Allah'ın birliğine inanan müslüman olduğunu ispatlayacak bir belge getir!'' deyince vali şaşkına döndü. Dehşet içinde uyandı.Akşam yaptığından pişman oldu, ağlayıp saçını başını yoldu. Kalkıp o yoksulları aramaya koyuldu. Mecusinin evinde olduklarını öğrenince gidip onları mecusiden istedi, fakat mecusi onları vermedi. Vali;''Sana bin altın vereyim. Yeter ki onları bana ver'' diye rica edince, mecusi şunları söyledi: Ben ve ailem bunların bereketiyle akşam müslüman olduk. Senin bu gece görmüş olduğun rüyanın aynısını bende gördüm.Resulullah (s.a.v) bana,'Cennetteki bu köşk senin ve ailenindir!'' buyurdu.. Ateşin Yakmadığı aşık, Dilaver Selvi,

8 Ocak 2014 Çarşamba

Başkalarının Kuyusunu Kazanlar

İslâmiyet doğduktan sonra kısa zamanda yayılmaya ve kendine taraftar toplamaya başladı. Bu durum, Arap ileri gelenlerinden imana gelmemiş bulunan bazı kimseleri huzursuz ediyordu. Ebu Leheb ile Ebu Cehil de bunların başında gelmekteydi. Küfür ve inkârın melun bayrağını ellerinden düşürmeyen bu iki kişi büyük bir telaş ve endişeye kapılmışlardı. Çünki İslâmiyet bir gün zafere ulaşırsa, hem ata yadigarı (putperestliklerinden) hem de bir yığın menfaatlerinden olacaklardı. İslâmiyet meselâ Allah'a inanılmasını, içki içilmemesini ve iman eden herkese kardeş gözüyle bakılmasını, aynı zamanda da eşit muamele edilmesini şart koşuyordu. Halbuki İslâm'dan önceki Arapların tüm üçyüz altmış tane putları vardı. Bunlara Allah diye tapıyorlardı. Varlıklı ailelerin sofralarında içki su yerine içilmekteydi. İleri gelen Araplar, fakir ve yoksul olanlara köle gözüyle bakıyordu. Kız çocuğu dünyaya gelenler bunu uğursuzluk sayarak bu masum yavrularını vahşice diri diri gömüyorlardı. İşte İslâmiyet bütün bu vahşilik ve haksızlıklara dur diyordu. Bütün insanları Allah birdir, bayrağının altında toplanmaya çağırıyor ve bu birliğin içine girenleri de hep kardeş olarak ilan ediyordu. Haksızlıkların asla yapanların yanına kalmayacağını bildiriyordu. Boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan hakkını alacağı ilâhi adâletin tecelli edeceği kıyamet hesaplaşmasından söz ediyordu. Bu durum karşısında Arap ileri gelenlerinin çıkarları ve kurulu düzenleri nasıl bozulmaz, nasıl rahatsız olmazlardı. Elbette olurlardı. İslâmiyet'in günden güne artan bir hızla yayılıp güç kazanmasına hele Ebu Leheb ile Ebu Cehil çok içerliyordu. Ne yapıp edip bu dinin ilerlemesine engel olmalıydılar. Onun için de bir sürü plânlar hazırlıyorlardı. Başta iki cihan güneşi sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed'i ortadan kaldırmayı göze almışlardı. Ebu Cehil bir gün şöyle bir tuzak hazırlamıştı: Evine girilen yolun üzerine bir kör kuyu kazdıracak, sonra da bir bahaneyle Hz. Peygamber'i evine çağırarak kör kuyuya düşmesini sağlayacaktı. Nitekim adamlarını toplayarak evin cümle kapısı önünde bir kör kuyu kazmalarını emretti. Kuyu kazılıp üstü de ince tahtalarla kapatıldıktan sonra ince kumlarla belli edilmez bir şekilde iyice örtülür. Lanetlik Ebu Cehil de çok hastayım diye Hz. Peygamber'e haber salar. Adamlarına da Hz. Peygamber (s.a.v.) gelip kuyuya düştükten sonra toprakla üzerini tamamen örterek orada helâk olmasını sağlamalarını emretti: Hastalık haberini alan sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) baş düşmanı olduğunu bile bile belki imana gelir diye hemen Ebu Cehil'in evine koşup geldi. Tam ev kapısının önüne, kör kuyunun yanına yaklaşmıştı ki, karşısına Cebrail (a.s.) çıkarak hazırlanan tuzağı haber verdi ve kendisini içeriye girmekten men etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) hemen geri döndü. Hizmetçilerden durumu öğrenen Ebu Cehil de yatağından kalkarak ardına düştü. Güya neden döndünüz, ey Allah'ın elçisi? Diye soracak ve de gönlünü aldıktan sonra içeri buyur ederek kör kuyuya düşmesini sağlayacaktı. Fakat ne ilginç ilâhi tecellidir ki kör kuyunun varlığını unutarak içine düştü. Evet, boyuna dememişler, başkalarının kuyusunu kazan, kazdığı kuyuya bir gün kendi düşer diye. Kuyu içinde, "imdat kurtarın!" diye acı acı bağırmaya başlayan Ebu Cehil'i kurtarmak için kuyunun başına toplanan adamları ip attılar. Fakat ip yetişmedi. Ebu Cehil ipi bir türlü yakalayamıyordu. Çıkarıp ikinci bir ip ekledikten sonra ikinci defa ip attılar. Üçüncü, dördüncü defa ipi ekleyip saldılar, yine tutmadı. İpi her ekleyip saldıklarında kuyu da devamlı derinleşiyor ve Ebu Cehil de bir türlü ipi yakalayıp da dışarı çıkamıyordu. Baktı ki çıkacağına devamlı dibe doğru inmekte. Bunun üzerine adamlarına seslenerek, "Bana Hz. Peygamber'i çağırın, çünkü beni buradan ancak O kurtarır" diye emretti. Gidip Hz. Peygamber'i çağırdılar. Kuyunun başına gelen sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), "Ey Ebu Cehil!" dedi. "Allah'a ve resûlüne iman edersen seni bu kör kuyudan çıkarırım. Yoksa orada geberip gidersin. Tabii ki çaresizlik içinde kalan Ebu Cehil içinden değil, fakat dilinden evet, diyordu. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) kuyuya elini uzatır uzatmaz Ebu Cehil hemen yakalayarak yeryüzüne çıktı. Orada bulunan herkes şaşırıp kalmıştı. Öyle ya Ebu Cehil'i en uzun iple çıkaramamışlardı da, Hz. Peygamber (s.a.v.) eliyle nasıl çıkarabilmişti. Bu imkânsız gibi bir şeydi. Fakat değildi. Çünkü bu bir mûcize idi. Ama kimlere göre. İman edenlere göre, İman etmeyenlere göre ise sihirdi. Nitekim Ebu Cehil de daha çıkar çıkmaz sevgili Peygamberimize, "Ey Muhammed! Sen büyük bir sihirbazsın" dedi. Gerçekte ise bu hadisenin sihirlik bir tarafı yoktu. O tamamen kuvvet ve kudretine son olmayan Allah'ın peygamberine bahşettiği bir mûcize idi. Hem de başkalarının kuyusunu kazmaktan başka bir işi olmayan kimselerin kendi kazdığı kuyuya kendilerinin düştüğünü gösteren bir mucize. O yüzden sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur. "Mü'min kardeşinin kuyusunu kazan kimse, kazdığı kuyuya er geç kendi düşer." Yüce Allah (c.c.) cümlemizi kendi işiyle uğraşan, başkalarının kuyusunu kazmayan kullarından eylesin, amin

Başını Vermeyen Şehit

Yüz kişilik Osmanlı mücahit gücünün savunduğu Girijkal kalesi (1555 yıllarında) bini aşkın düşmanın saldırısına uğramıştı. Bu savaşta şehit düşen Deli Mehmed isimli bir dervişin macerası da o savaşta bulunan Girijgal kadısı tarafından bir destanla anlatılmıştır. Yaşanmış gerçeği anlatan bu destanın yüz beyit kadarı da Peçevî Tarihi’nde yer almıştır. Usta hikâyeci Ömer Seyfettin ise (ö.1920) bu tarihî hadiseyi Peçevî’den alarak “Başını Vermeyen Şehit” adıyla on beş sayfalık güzel bir hikâye şekline çevirmiştir. Bu dokunaklı hikâyenin can alıcı kısmı özetle şöyledir: “… Kuru Kadı eliyle hisarın kapısını açtı. Girijgal gazileri Allah Allah naralarıyla müthiş bir umman tuğyanı gibi fışkırdılar. İki koldan hücum olunuyordu. Kollardan birine Deli Hüsrev, birine Deli Mehmed baş olmuştu. Deli Mehmed’le Deli Hüsrev’in takımları düşmanı kaçırmamak için iyice sarıyordu. Kuru Kadı cübbesini atmıştı. Elinde kılıç, gazilerin arkasında yürüyordu… Kuru Kadı’nın gözleri Deli Mehmed’i aradı. Bakındı, bakındı, göremedi. Düşman safına karışıp kaynaşan kolun arkasında iri bir vücut yere uzanmıştı. Siyah, yüksek atlı bir şövalye, uzun bir kargıyı bu uzanmış vücuda saplıyordu… Şövalye atından inmiş, kargıladığı şehidin başını teninden ayırmıştı. Bir anda bu kestiği baş elinde, yine bir ifrit gibi şahlanan atına sıçradı. Kaçacaktı. Kuru Kadı bütün kuvvetiyle ona yetişmek için koşarken baktı ki solu ilerisinde Deli Hüsrev kalkanını sallayarak avazı çıktığı kadar bağırıyor: Kuru Kadı: “Vah, Deli Mehmedmiş!” diye olduğu yerde dikildi kaldı. Durur durmaz, o an kırk adım kadar yaklaştığı kesik başlı şehidin yerden fırladığını gördü. Nefesi tutuldu, şaşırdı. Bu başsız vücut uçar gibi koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeye yetişti. Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki, lâin hemen yüksek atından tepesi üstü yuvarlandı. Götürmek istediği baş elinden düştü. Deli Mehmed’in başsız vücudu canlıymış gibi eğildi, yerden kendi kesik başını aldı. Hemen oracığa yorgun bir kahraman gibi uzanıverdi. Bunu Kuru Kadı’dan başka kimse görmemişti. Herkes kaçan düşmanı kovalıyordu.” Ömer Seyfeddin, Seçme Hikâyeler (İstanbul 1993), 1/3-17; Peçevî Tarihi (Ankara 1992), 1/25